Araştırmacılık Hayatımın İlk Göz Ağrısı Midyenin, Anımsattıkları Ve Düşündürdükleri - Bölüm 7

Nezih Bilecik

Çevre konusunda geçmişe kısa bir yolculuk

Günümüzde Marmara Denizinde yaşanan bir çevre felaketi nedeniyle midye konusunda çok yönlü özele indirgenmiş bilgilendirme yazısına bir mola verme ve doğal olarak çevre konusuna geçiş yapma zorunluluğu kendiliğinden oluştu. Bunun nedeni gerek Marmara Denizinin tabansal ortamındaki doğal midye yatakları ile su kolonunda bulunan kültür midyelerinin yaşamsal bir olumsuzluğa büyük ölçekli olarak maruz kalmasıdır. Konuyu aşamalı olarak izlemekte yarar var.

Türkiye’nin coğrafik konumu itibariyle çok yönlü özelliklere sahip ülke olması onun bir tarım ülkesi olmasının da temel nedenini oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin 1923 yılında ilanından sonra tarımda Atatürk’ün önderliğinde büyük atılım yapılmış ve yeryüzünde tarımsal ürünler açısından kendi kendine yeten ülke olunmasının yanı sıra ciddi boyutlarda dış satımını da 50 yılı aşkın süreli olarak gerçekleştiren bir ülke olmuştur.

Bu olumlu süreç 1980 yılına kadar sürmüş ise de Turgut Özal’ın etkili olduğu 24 Ocak kararları ile tarımsal ürünler açısından kendi kendine yeten Türkiye’nin neoliberal politikaya geçiş yapmasıyla adeta tarımdan koparıldı. Özellikle tarımın sosyoekonomik yönü ikinci plana atıldı. O günden günümüze kadar siyasi iktidarlar sadece kar-zarar hesaplarını ön plana alarak dış alımı ön plana çıkardılar.

Geçen yıllarla beraber tarım alanları getirime kurban edilerek çok yönlü yapılaşmaya ve sanayileşmeye açıldı. Bunun sonucu olarak azımsanmayacak oranda bereketli tarım alanları da elden çıkarılmış oldu.

1960’lı yıllarla beraber Türkiye tarımın yanı sıra sanayileşmeye de ağırlık veren bir döneme girdi. Ne var ki Devlet Planlama Teşkilatının (DPT) kurulmasına rağmen sanayileşme hamlelerini Türkiye çağdaş bir şekilde yönetemedi ve yönlendiremedi.

Hükümetler sanayileşme hamlelerinde özellikle çevre korumacılığını kesinlikle dikkate almadılar (Şekil 39). Sanayiciler yatırımlarında mutlak olarak olması gereken ve kirletici ajanları devre dışı bırakacak alt yapı yatırımlarına yönelmediler. Bunlarla ilgili arıtma sistemlerini çoğunlukla kurmadılar. Sonuçta sanayi kuruluşlarınca çevre ağırlıklı olarak gözetilmedi. Atıklar sucul ortama yani denizlere, göllere, içme suyu havzalarına, nehirlere, derelere umursamazcasına atıldılar.

Şekil 39. Çevreyi gözetmeyen sanayileşme.

Deniz bilimleri, deniz biyolojisi ve balıkçılık biyolojisi açısından çok önem arz eden koylar ve körfezler hatalı sanayileşmenin kurbanı oldular. Kesinlikle sanayi bölgesi olmaması gereken İzmit Körfezi ile Gemlik Körfezi sanayileşme adına kurban edildiler. Büyük ölçekli olarak aslında kurban edilen, oseanografik açıdan yeryüzünde son derece ayrıcalıklı özelliklere sahip olan Marmara Denizinin olduğuydu.

Devlet ve yerel yönetimlerce çağdaş şehircilik kavramı da ülkesel düzeyde yok sayıldı. Alt yapı ve özellikle arıtma sistemi konusunda yerel yönetimler “kulağının üstüne yatmak” deyimine paralel davranış sergilediler. Bunun sonucunda tüm kentsel atıklar denizlere ve iç sulara boca edildi. Sahip olduğumuz ve hükümranlığımız altında olan sucul dünyamız fosseptik çukuru muamelesi gördü. Özellikle Marmara Denizi sahil kesiminin Türkiye nüfusunun dörtte birini içermesi, Marmara Denizinin yoğun ekolojik hasara maruz kalmasının temel nedenlerinden birini oluşturdu.

1970’li yıllara yaklaşırken ülkemizde bir bilim kuruluşu yaklaşan felaketi gördü. Bu kuruluşun adı İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi bünyesindeki Zooloji Bölümüne bağlı olan Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü idi. O yıllara kadar bünyesinde Deniz Araştırmaları Şubesi ve İç Sular Araştırma Şubesi olmak üzere iki araştırma şubesi bulunan Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü üçüncü şubesi olarak Kirlilik Araştırmaları Şubesini kurdu.

1970’li yılların başında Marmara Denizi ve özellikle İzmit Körfezi mercek altına alındı. Bununla ilgili olarak çok sayıda araştırma gerçekleştirildi. Enstitü çalışma konularını ve önerilerini bilim dünyası ve ilgili kuruluşlarla paylaştı. Buna karşın İzmit Körfezindeki sorumsuz sanayileşme tüm şiddetiyle devam etti.

Sonrasında Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü 1980 askeri darbesini gerçekleştiren cunta yönetiminden gelen bir talep üzerine İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından enstitü ilkin Rektörlüğe bağlandı ve kısa bir süre sonra enstitünün faaliyetlerine son verildi.  Böylece ülkemizde kirlilik araştırmalarının öncüsü olan kurumun faaliyetleri de dramatik bir şekilde sonlandırıldı.

Bu arada yine aynı yıllara denk gelen süreçte Tarım ve Orman Bakanlığının yasa ile kendine verilen yetkiyi kullanamaması ve donanımsızlığı da olumsuzluğun diğer bir nedeniydi. 1971 yılında 1380 sayılı Su Ürünleri Kanunu TBMM’de kabul edildi. Kanun Tarım ve Orman Bakanlığına sucul ortamlar ve canlı kaynaklarının sevk ve idaresinde geniş yetkiler veriyordu. Ayrıca kanunun, çevrenin de korunmasını kapsayan hükümler içermesi 1380 sayılı Kanuna çok özel anlam kazandırmıştı. Tarım ve Orman Bakanlığı o yıllarda sucul dünyanın korunması konusunda yükümlü olan tek resmi kuruluş konumundaydı. Kanunun 20. Maddesi “Halen faaliyette bulunan sanayi kuruluşları ve işyerleri, bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren bir yıl içerisinde, atık suların ve zararlı maddelerin su ürünleri üreme ve istihsal yerlerine ve civarlarına akmasını önleyecek tedbirleri almak ve arıtma tesislerini kurmak ve işletmekle yükümlüdür” hükmüne amirdi.

Bunun yanı sıra 1380 sayılı Kanuna işlenemeyen geçici 1. Maddesi aynen şu şekildedir. “Halen faaliyette bulunan sanayi kuruluşları ve işyerleri, bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren bir yıl içerisinde, atık suların ve zararlı maddelerin su ürünleri üreme ve istihsal yerlerine ve civarlarına akmasını önleyecek tedbirleri almak ve arıtma tesislerini kurmak ve işletmekle yükümlüdür.

Bir yıllık süre, zaruri hallerde Bakanlar Kurulu Kararı ile altı ay uzatılabilir”.

Söz konusu 6 aylık uzatmalar klasik şekilde sürdürüldü. Buna karşın sanayi kuruluşları bu yasal hükmü yerine getirmediler ve sonrasında ise hiç bir yasal işlem gerçekleşmedi. Böylelikle kanun kâğıt üzerinde yazıldığıyla kaldı. 1380 sayılı Kanun çerçevesinde cezai hükümlerin yaşam bulmaması sonucu tüm denizlerimiz ve iç sularımız yoğun ve sonu gelmeyen kirliliğe boğuldu. Suların niteliği dip yaptı, canlı yaşamında özellikle iç sularda ciddi fakat dikkate alınmayan kayıplar yaşandı. Haliyle Tarım ve Orman Bakanlığı sucul ortamlarımızı yasanın kendine verdiği yükümlülükler açısından gereğini yerine getirmedi. Bu gelişme yetki kullanmada donanımsızlığın ve liyakatsizliğin bir sonucu olarak geçmişteki yerini aldı.

Derken 09.08.1983 tarihinde 2872 sayılı Çevre Kanunu kabul edildi. Bunu takiben 09.08.1991 tarihinde Çevre Bakanlığı kuruldu. Akabinde Bakanlık yurt çapındaki yapılanmasını gerçekleştirdi. Çevre Bakanlığı Çevre Kanununun varlığına rağmen Türkiye denizlerini ve iç sularını çevre problemlerinden bir türlü arındıramadı.

Sonuç itibariyle Türkiye sucul ortamlarını her türlü çevre sorunundan arındırılması konusunda gereklerini yerine getirmedi ve otoriter bir düzen sağlayamadı.  Oysa Anayasa'nın 56. maddesi: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” hükmünü içermektedir. Hal böyle olmakla beraber Devlet tarafından özellikle sucul ortamlar mevcut yasalara rağmen hiç bir şekilde gözetilmedi, bunun sonucu olarak sucul ortamların su kalitesi taban, biyolojik yönden canlılığı tehdit eden olumsuzluklar ise tavan yaptı

 

Ne ekersen onu biçersin.

Ülkesel düzeyde sucul ortamlarımızın fiziksel, kimyasal ve biyolojik olumsuzluğunda devletin umarsızlığının yanı sıra yerel yönetimlerin de çağdaş şehircilik kavramından yoksunlukları önemli rol oynamıştır. Bu yoksunluğun en somut göstergesi 2000’li yıllarla beraber Marmara Denizinde kirliliğin gözle görünür elle tutulur hale gelen olumsuz görüntüleridir.  Çevre sağlığını, sucul yaşamı, balıkçılığı ve turizmi tehdit eden ve Marmara Denizinde su yüzüne çıkan bu son gelişme bilim dünyasınca müsilaj, balıkçılarca salya- kaykay olarak tanımlanandı. Özellikle müsilaj oluşumunun yoğunluğu ve balıkçılığa olumsuz etkileri 2007-2009 yıllarında dikkati çekti.

2021 yılında ise Marmara Denizi var olduğu zamandan beri yapısal olarak en olumsuz sürecine girdi (Şekil 40). Şubat ayında kendini yeniden gösteren müsilaj oluşumu bu kere endişe verici boyutlara erişti. Bunun sonucu olarak Marmara Denizi’ndeki olumsuz gelişmeler TV ekranlarında, basında ve internet sayfalarında kendine kesintisiz yer buldu (Şekil 41).

Şekil 40. Marmara Denizindeki müsilaj felaketinden bir görüntü.

Sadece mayıs ayını kapsayan süreçte basında yer alan bazı sembolik başlıklar (Şekil 41);

  • Deniz salyası Tekirdağ sahillerini vurdu (1 Mayıs 2021).
  • Marmara’nın feryadı (6 Mayıs 2021).
  • Deniz salyası tehlikesi büyüyor (6 Mayıs 2021).
  • Salya dibe indi (10 Mayıs 2021).
  • Deniz salyası İzmit Körfezi’ne geri döndü (22 Mayıs 2021).
  • Salya kâbusu şimdi de Erdek Körfezi’ni tehdit ediyor (24 Mayıs 2021).
  • Deniz salyası kâbusu Çınarcık’ı da sardı (25 Mayıs 2021).
  • Kâbus sürüyor! Yalova’yı da salya kapladı (26 Mayıs 2021).
  • Gemlik Körfezi’ni deniz salyası istila etti (28 Mayıs 2021).
  • Amerikan Washington Post gazetesi: Deniz salyası uzaydan böyle görünüyor (28 Mayıs 2021).

Şekil 41. Müsilaj ile ilgili olarak çeşitli gazetelerde yer alan başlıklar.

Oluşan gelişmeler karşısında müsilaj konusunda akademik kuruluşlar, vakıflar ve biyolojik bilimcilerce yapılan son çalışmalar/araştırmalar, laboratuvar analizleri ile su kolonundaki görseller yorumlandı ve öneriler kamuoyu ile paylaşıldı. Birbirine eşdeğer veya tamamlayıcı bilgiler manşetlerde kendine yer buldu.

Burada konu ile ilgili olarak “Deniz salyası: Denizin “organik başkaldırısı”(58) başlıklı bir makalenin anahtar tanımlama özelliğindeki ilk paragrafına sembolik olarak yer verilecek ve bununla yetinilecektir.

“Deniz salyası ya da bilimsel adıyla ‘müsilaj’ denizlerimizde artan deniz suyu sıcaklıkları ve insan kaynaklı baskıları (evsel ve sanayii kaynaklı atıklar, arıtım seviyelerindeki yetersizlikler, aşırı balıkçılık vs.) ile tetiklendiği düşünülen organik bir oluşum. Sümüksü yapısı dolayısıyla özellikle deniz tabanında yaşayan canlılar olmak üzere tüm ekosistemi olumsuz etkiliyor. Dengenin bozulmasının daha büyük ekolojik bozulmalara (dip sularında oksijen tükenmesi, canlıların toplu ölümleri gibi) yol açabileceği öngörülüyor.”

Marmara Denizi ile ilgili olarak kayda geçen senaryolarda birleşilen ortak nokta “Marmara Denizi Ölüyor” tanımlamasıdır.

Toparlamak gerekirse Marmara Denizinin yüzeyinde, su kolonunda ve iç kıta sahanlığının tabansal alanında varlığını gösteren müsilaj olayı denizdeki biyolojik yaşamı gölgeleyen, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri ülkemizin gördüğü ve olumsuz etkilerinin de ne kadar süreceği belli olmayan geniş boyutlu bir çevre felaketidir.

Bu çevre felaketini üç baskın neden ile açıklamak olasıdır. Birincisi; Çevre ve ekoloji konuları herkesin günlük yaşantısını temelden ilgilendirdiği halde, özellikle 1960’lı yıllardan itibaren hükümetlerin, parlamenterlerin çevre ve ekoloji bilincinden yoksunlukları sonucu çevreyi gözetmeyen bir düşüncesizlikle Marmara havzasında hatalı sanayileşmenin önünün açılması.

İkincisi; Ülkesel boyutta çağdaş şehircilik yönetim anlayışından, çevreyi kollayan ve bununla ilgili alt yapıyı oluşturma zihniyetinden yoksunluk.

Üçüncüsü; Marmara Denizi’nin yoğun bir şekilde ulusal ve uluslararası deniz ticaretine muhatap olmasının yanı sıra fosseptik çukuru muamelesi görmesidir.

“Doğayı doğa konusunda bilgisiz olan insanlardan korumalıyız” tanımlaması gerçeğin ta kendisidir. Haliyle Marmara Denizi, doğa ile barışık olmanın ne anlama geldiğini bilmeyen ve onun kesintisiz süregelen kazandırdıklarından bihaber oldukları için “ilkin sanayi, sonra çevre” diyen hükümetlerin ve yerel yönetimlerin kurbanı olduğudur. Olumsuzluğu gidermenin çaresi ise doğa ile barışık ne kadar yapısal oluşum varsa onların bir bütün olarak uygulamaya konulmasıdır. Aslında insanın refahı doğanın sağlığı/işleyişi ile doğru orantılıdır. Bu nedenle Marmara Denizi ve çevresine tüm kesimlerce bakış açısının komple değiştirilmesi bir gerekliliktir. Marmara Denizinin geçmiş yüzyıllardaki konumunu yeniden oluşturabilmesi “ekolojik devlet anlayışı”, “ekolojik yerel yönetim anlayışı” ve “ekolojik yurttaşlık” modelinin oluşturulması ve bunun uygulamalı olarak devamlılığı ile olasıdır.

Nerede kalmıştık

Marmara Denizinde oluşan ve tekrardan ne zaman olumsuzluğun tekrarlanacağı bilinmezken, geçmişte ve günümüzde yaşananlarla ilgili resmi uygulamalar trajikomik bir tablo yaratmıştır.

Sucul ortamlarımızdan sorumlu iki Bakanlık vardır. Birincisi Su Ürünleri Kanunu nedeniyle Tarım ve Orman Bakanlığı; ikincisi ise Çevre Kanunu nedeniyle Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığıdır. Her iki bakanlık devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan sucul ortamların en iyi şekilde korunmasının yanı sıra sevk ve yönetiminden de sorumludurlar. Yaşandığı ve görüldüğü kadarıyla iki bakanlık 1380 ve 2670 sayılı kanunların kendilerine verdiği yetkiyi nedeni ne olursa olsun kullanmamışlardır.

Makro ölçekli konularda her iki bakanlık özellikle sucul ortamlarda oluşabilecek veya oluşan çevre sorunlarının üzerine hassasiyetle gidip hem yasal hem de kirliliği giderici fiziksel yapılanmaların oluşturulmasına yönelik atılımları gerçekleştirmeleri gerekirken tam tersine kulaklarının üzerine yatmışlardır.

Buna karşın denizlerde noktasal konumdaki örneğin çift kabuklu yumuşakça üretiminde nefes aldırtmaksızın didik didik edilen ve özünde AB dayatması olduğu için bunu kendi insanı için değil de AB üyesi ülkelerin insanları için dikkate alan merkezi otoriteye/otoritelere söylenecek bir sözün olmadığıdır. 

Tüm Marmara’yı istila eden makro düzeydeki vurdumduymazlıkların sonucu olan müsilaj olayında atıklara karşı önlem üretmeyen sanayi kuruluşlarına ve yerel yönetimlere 40 yılı aşkın süredir faturayı kesemeyen iki resmi otoritenin mikro düzeydeki midye kültürü işletmeleri konusundaki titizliğine şaşmamak elde değil. Devasa bir olayda üç maymunu oynamak, minyatür bir olayda şahin rolünü oynamak bu olsa gerek.

Marmara Denizini büyük ölçüde kaplayan musilaj için hiç bir şey yapmayan veya yapamayan Tarım ve Orman Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı büyük fotoğrafa rağmen somut adımlar atamaması ülke adına yüz kızartıcıdır. Buna karşın Marmara Denizinde bir nokta konumunda bile olmayan çift kabuklu yumuşakça üretimi konusunda kılı kırk yaran uygulamaları aslında düşündürücü olduğu kadar trajikomiktir. İki merkezi otoritenin yeteneklerini, becerilerini anca mikro olayları/gelişmeleri karşılayabilecek düzeyde olduğu ve makro sorunlarda ise sahneye bile çıkamadıklarıdır. Bunun en somut göstergesi 1985 yılından beri Marmara Denizinde önlenemeyen ve yıllarla beraber yoğunlaşan fitoplankton patlamalarıdır. Her iki bakanlık gerek kara ve deniz ortamlarında olumsuzluğa neden olan faktörleri önleyememiş, gerekliliklerini yerine getirememiştir. Sözün özü Tarım ve Orman Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığının icraat açısından zamanında yapılması gereken gerek karasal ve gerekçe denizel ortamda koruyucu, tutarlı, dengeli ve akılcı bir politika üretmekte silik kaldıklarıdır.