Biten Yılın Gölgesinde Düşünceler ve Yansımalar

Selma Demir

Bir yılın sona ermesi, yalnızca kronolojik bir değişimi ifade etmez. Takvimsel olarak kapanan her yıl, bireysel ve toplumsal ölçekte bir değerlendirme alanı da açar. Bu değerlendirme çoğu zaman “Ne yaptık?” sorusundan çok, “Neyi kaybettik?” sorusu etrafında şekillenir. Çünkü zaman ilerledikçe, kazanımlardan ziyade yitirilenler daha görünür hâle gelir. Ancak asıl mesele, bu kayıpların gerçekten bir eksilme mi yoksa daha karmaşık bir dönüşüm sürecinin parçası mı olduğudur.

İnsan hayatı, doğrusal bir ilerleme çizgisi olarak yaşanmaz. Deneyimler çoğu zaman düzensiz, parçalı ve öngörülemez biçimde birikir. Bu nedenle geriye dönük değerlendirmeler, yalnızca zaman ölçütlerine dayanarak yapıldığında eksik kalır. Hayatta olan bitenler, belirli bir başlangıç ya da bitiş noktasına sığmayacak kadar karmaşıktır. İnsan, yaşadıklarını çoğu zaman sonuçları üzerinden değil, bıraktığı etkiler üzerinden kavrar. Bu etkiler, açık ve net biçimde ortaya çıkmaz. Daha çok düşünme biçiminde, ilişkilere yaklaşımda ve beklentilerin sessizce değişmesinde kendini gösterir. Hayat, bu yönüyle insana hazır anlamlar sunmaz, anlam üretme zorunluluğu yükler.

Psikolojik açıdan insan, istikrar arayışıyla hareket eder. Tanıdık düzenler, tekrar eden alışkanlıklar ve öngörülebilir ilişkiler güven duygusu yaratır. Ancak hayatın dinamik yapısı, bu istikrarı sürekli olarak sınar. Beklenmedik değişimler, bireyin psikolojik dengesini zorlar, ancak aynı zamanda yeni uyum biçimlerini de mümkün kılar.

Psikoloji alanında sıkça vurgulanan psikolojik esneklik kavramı, kişinin değişen koşullara uyum sağlama kapasitesini ifade eder. Bu kapasite, yaşanan zorlukların yokluğunda değil, tam tersine, bu zorluklarla temas hâlinde gelişir. Dolayısıyla yaşanan kırılmalar, her zaman bir zayıflık göstergesi değildir. İnsan zihni, sabit kalabilme becerisiyle değil; değişime rağmen işlevselliğini sürdürebilme yetisiyle güçlenir. Bu süreç çoğu zaman fark edilmeden ilerler ve ancak geriye dönüp bakıldığında anlam kazanır.

İnsan ilişkileri, hayatın en değişken ve en hassas alanlarından biridir. Aynı ilişki, farklı dönemlerde farklı anlamlar taşıyabilir. Yakınlık artabilir, azalabilir ya da biçim değiştirebilir. Bu değişim, çoğu zaman bir kayıp olarak algılansa da her zaman kopuş anlamına gelmez. İlişkilerde yaşanan mesafe, bireylerin ihtiyaçlarının, sınırlarının ve önceliklerinin değişmesiyle doğrudan ilişkilidir. İnsan, her dönemde aynı yakınlığı sürdüremez; bu durum ilişkilerin değersizleştiğini değil, dönüştüğünü gösterir. Bu dönüşümü yalnızca eksilme üzerinden okumak, insan ilişkilerinin dinamik doğasını göz ardı etmek olur. Bazı ilişkiler hayatın belirli evrelerinde işlevseldir ve bu evre sona erdiğinde başka bir biçime evrilir.

Doğa, değişimi dramatize etmez. Mevsimler arasında keskin sınırlar yoktur çünkü, geçişler yavaş ve süreklidir. İnsan çoğu zaman bu geçişleri fark etmez, ancak sonuçlarıyla karşılaştığında değişimin gerçekleştiğini anlar. Bu sessiz dönüşüm, insan deneyimi için öğreticidir. Hayattaki değişimler de çoğu zaman büyük kırılmalarla değil, küçük ve fark edilmesi güç kaymalarla gerçekleşir. Alışkanlıkların değişmesi, bakış açısının daralması ya da genişlemesi, beklentilerin yeniden şekillenmesi bu sürecin parçalarıdır.

Doğanın döngüsel yapısı, kaybın mutlak olmadığını hatırlatır. Bir şey sona ererken, başka bir şey başlar, ancak bu geçiş her zaman görünür değildir. İnsan, yaşadıklarını olduğu gibi kabul etmekte zorlanır. Bu noktada sanat, düzenleyici bir işlev görür. Sanat, deneyimleri yeniden kurar, onları seçer, çerçeveler ve paylaşılabilir hâle getirir. Edebiyat, müzik ya da görsel sanatlar, yaşananları açıklamaz, ancak onları katlanabilir kılar. Sanatın değeri, çözüm sunmasında değil, insanın yaşadıklarıyla baş edebilmesine alan açmasında yatar. Bu açıdan sanat, kayıpları telafi eden bir araç değil, kayıplarla birlikte yaşamayı mümkün kılan bir ifade biçimidir.

Hayat, insandan sürekli olarak uyum talep eder. Bu uyum, her şeyi kontrol etmekle değil, kontrol edilemeyen durumlarla ilişki kurabilme becerisiyle mümkündür. Psikolojik dayanıklılık, tam olarak bu noktada ortaya çıkar. İnsan, yaşadıklarının tamamını seçemez, ancak onlara vereceği karşılığı belirleyebilir. Bu karşılık, büyük kararlarla değil, gündelik tutumlarla şekillenir. Hayatla kurulan denge, bu küçük ama süreklilik gösteren tercihler üzerinden inşa edilir.

Geride kalanlar çoğu zaman yüksek sesli değildir. Hayatta belirleyici olan, dramatik anlardan çok, fark edilmeden yerleşen değişimlerdir. İnsan, bu değişimleri ancak durduğunda ve acele etmediğinde fark edebilir. Bu nedenle yaşananları kesin bitişler ya da başlangıçlar üzerinden değil, süreklilik içinde değerlendirmek daha gerçekçidir. Çünkü insan, kesintilerle değil, dönüşümlerle var olur.

Geriye bakıldığında bir takvim yaprağından fazlasıydı artık. Sanat, insanın iç sesine karışmış, doğa, zamana sabrı öğretmişti. Zaman akıp giderken, insan hem değişen hem de kendini arayan yanıyla bu döngünün içinde kaldı. Biten yıl, aslında yaşananların sessiz bir özeti olarak hafızada yerini aldı.

 

Zaman, elimizden kayıp giden bir nehir gibi, ama her akıntısı yeni bir başlangıç taşır.