Sonbaharın Yarattığı Dünyam…

Selma Demir

Yağmur sabahın erken saatlerinden itibaren aynı ritimle yağıyor. Camın dışındaki dünya, rengi alınmış bir film sahnesi gibi akıyor. Lena pencerenin önünde duruyor; şehir, griyle sarı arasında gidip gelen bir görüntüye dönüşüyor. Ağaçların dalları çıplak, yapraklar kaldırımlara yapışmış, ışık solgun. Her şey sanki bir kameranın ağır çekimindeymiş gibi ilerliyor.

Sonbahar, Lena için bir mevsim olmaktan çok bir kadraja dönüşüyor. Görüntülerinanlamkazandığı, seslerin derinleştiği bir zaman aralığı. Yağmurun cama vuruşu, sessizliğin altını çiziyor. Bu sessizlikte düşünceler beliriyor, geçmişle şimdi arasında dalgalanan, görüntüye dönüşememiş duygular ile. Lena, bunların hepsini bir seyirci gibi izliyor.

Bir an, gözünün önündeki manzara değişir. Aynı pencere, aynı yağmur, ama ışığın tonu değişmiştir. Sokaktan geçen biri elinde şemsiye taşır, adımlarının ritmi uzaklaşır. Lena o an, bunun bir sahne olabileceğini düşünür. Belki de kamera yukarıdadır, sabit bir planla onu izliyordur. Belki görüntü siyah beyazdır, ya da renkler kasıtlı olarak soluktur. Her ihtimalin içinde bir anlam aramaya başlar.Gerçeklik yer değiştirir. Gözlemci ile gözlemlenen arasındaki sınır incelir. Lena, bir film setinde olup olmadığından emin değildir artık. Masanın üzerindeki kahve fincanı, camdaki buğu, duvarda titreşen ışık hepsi birer detay planı gibi. Kamera bir adım yaklaşır, sonra geri çekilir. Hiçbir şey değişmez ama her şey fark edilir hâle gelir.

Sonbahar, Lena için fark edişin mevsimidir… Işığın azaldığı, renklerin silikleştiği, dünyanınkendi haline döndüğü bir zaman. Lena, bu solgunlukta kendini daha net görür. Görüntülerin yavaşladığı anlarda düşünceler belirginleşir. Yağmurun süregelen sesi, zamanı dışarıda tutar. İçeride ise yalnızca gözlem kalır;bir insan, bir şehir, bir pencere.

Lena, camın ardındaki manzarayı izlerken, aslında kendi zihninin çekimlerini izliyordur. Gerçek, kameranın nereye baktığıyla ilgili, göz her zaman seçici her seçiş, bir kayıptır aynı zamanda. Her kadraj, dışarıda kalan dünyayı sessizce keser. Sonbaharın düşünsel ağırlığı da buradan gelir. Fazlalıkların, parlak renklerin, aceleci seslerin kadrajdan çıkarıldığı o anlardan.Bir filmin ortasındaymış gibi hisseder. Başlangıcı hatırlamaz, sonu bilinmezdir. Belki film hiç bitmeyecek, yalnızca yağmurun içinde eriyecektir. Bu düşünce tuhaf bir huzur verir. Çünkü anlamın tam olarak kurulmadığı yerlerde, insan kendi anlamını duyabilir.Sonbahar, bu belirsizliğin mevsimidir birazda.

Lena artık pencereye bakmaz. Çünkü camdaki yansımada kendini görür. Görüntü bulanıktır ama tanıdıktır. Bir yönetmen olsaydı, bu kareyi uzun süre tutardı. Bir kadın, yağmurun ardında, sessiz bir şehirle aynı ışıkta duruyor. Ne konuşma var ne müzik. Sadece bir bekleyiş…

Sonbahar, bir filmi andırıyordu onun için ama hiçbir sahne tamamlanmıyordu sanki. Her görüntü, bir diğerine hazırlık yapıyor,tekrarı zamanın kendisini anlatıyordu. Kadın, bu tekrarın içinde bir tür anlam bulmaya çalışıyordu. Her şey olduğu hâliyle kaydedilmişti hiçbir şey açıklanmaz haldeydi.

Yağmur devam ediyor ve film sahnesi ilerliyor…Ve Lena izlemeye devam eder hem dışarıyı hem içeriğini aynı kadrajda.

Sonbahar, doğanın geri çekilişinin sessiz tiyatrosu gibi. Ağaçlar elbiselerini yavaşça çıkarır, rüzgâr, toprağa düşen her yaprağı bir mektup gibi taşır. Lena’nın gözüyle bakıldığında bu geri çekiliş, yalnızca bir bitiş değil, aynı zamanda bir içe dönüş, bir yeniden hayal kurma hâlidir. Lena, sonbaharı yaşarken yalnızca mevsimi değil, kendi döngüsünü de izler. Çünkü doğa dönüşür, üretir, yenilenir ve değişir.

Sonbahar yağmuru bir temizlik değildir yalnızca, hatırlamanın da biçimidir. Her damla, unutulan bir yüzü, söylenmeyen bir cümleyi çağırır. Yağmurun cama vuruşu, bir zamanlar söylenmiş bir sözün yankısıdır belki de. Felsefi anlamda, bu çağrışım Heidegger’in “zamanın şiirselliği kavramına dokunur.Varlık, ancak hatırlama aracılığıyla görünür olur.Lena için hatırlamak, yaşamak kadar bedenseldir;her hatıra bir hücrede, bir tenden geçerek yeniden doğar.

Yağmur, gökyüzü ile yeryüzü arasındaki iletişimin en sade en yalın biçimidir. Her damla, düşerken bir düşünceye dönüşür. Merleau-Ponty’nin fenomenolojisinde olduğu gibi, algı yalnızca gözle değil, tüm bedensel varoluşla gerçekleşir. İnsan,yağmuru yalnızca görmez;onu duyar, koklar, teninde hisseder. Dolayısıyla sonbahar yağmuru, epistemolojik bir araç hâline gelir bilgi, duyumdan doğar.

Sonbahar sessizliği,insan için bir laboratuvardır;içe dönmenin, kendini yeniden tanımlamanın. Doğa, felsefi bir partner gibi davranır. Kendine dön der, çünkü döngü burada başlıyordur.Sarının solgun hali, kırmızının paslanmış devri, kahverenginin toprağa karışımı… Renklerin kaybı, insan için bir yas değil, bir geçiş ritüelidir. Estetik açıdan bakıldığında bu durum Goethe’nin renk kuramında ifade edilen ışığın sönüşündeki anlam ile paraleldir. Çünkü kaybolanher renk, yeni bir algı biçimi yaratır. İnsan, sonbaharda kendi algısının sınırlarını genişletir güzelliği parlakta değil, sönüşte ararmış doğru bence.

Sonbahar, Lena için yalnızca bir mevsim değil, bir düşünme biçimiydi. Yağmur, zamanın mürekkebi, renkler varlığın kelimeleri haline gelmişti. İnsan bu metni her yıl yeniden okur. Çünkü her sonbahar biraz daha bilge, biraz daha kırılgan, biraz daha kendisi olur….

Sonbahar, veda ile umut arasında ince bir köprü gibi

Gökyüzünün ve yaprakların hüzünle dans ettiği sessiz bir şiir gibi

Düşen her yaprak, zamanı hatırlatan küçük bir fısıltı gibi

Lena’nın gözünden…

Selma Demir