Karasal insanlar uygarlığa uzaktır

Çocukluğundan beri denizle iç içe yaşayan Yalçın Doğan, Türkiye’nin her yerinde yüzmüş. Deniz ve denizcilikle ilgili önemli konulara dikkat çeken Yalçın Doğan ile güzel bir Bebek akşamında sohbet ettik.

Ekonomiden siyasete, kültürden sanata, denizdin altı ve üstünden çevreye kadar bir çok konuda yazı yazan usta kalemlerden biri de, Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Yalçın Doğan’dır. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu olan Yalçın Doğan “Uygarlık denize alışmakla, uyum sağlamakla birlikte gelişir ve insanlar buna uyum sağlarlar. Böyle uygar oluyor toplumlar” diyor ve Türkiye’nin denize uzak olduğunun altını çizerek, böylece uygarlığa da uzak kaldığımız tespitini yapıyor.

Bize yol hikayenizi anlatır mısınız?

Gazeteci olmam biraz da Türkiye’nin 12 Mart dönemindeki koşullarından kaynaklandı. Ben üniversitede asistan olmak istiyordum ama o sırada askere gittim. Tam 12 Mart dönemi idi. 1972’de Tuzla Piyade Okulu’nda idim. Ben okulda iken Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilmişti. 6 ay yedek subay okulunda kaldıktan sonra Tuzla’da er çıktım. Tam öğrenci olaylarının olduğu dönemdi. O dönem sol siyasetin içindeydim. Herhalde bu nedenle er yaptılar beni, yedek subay olamadım. O dönemde yedek subaylık okulundan er çıkınca, kamu kesiminde görev almak hemen hemen imkansızdı. Belki yasal olarak mümkündü ama fiilen böyle bir şey mümkün değildi. O günleri hatırlamak bile istemem. Erlerin hepsinin sürgünde olduğu bir yerde askerlik yaptım. Çok kötüydü gerçekten… Oraya gittiğimim 15. gününde bir sabah kalktım tıraş olacağım. Bir baktım ki saçlarım ağarmaya başlamış. İsmet Paşa’nın Lozan’da yaşadığı gibi... O da Lozan’da saçlarının ağardığını söylerdi. Düşünün koskoca bir Kurtuluş Savaşı yaşamış orada saçları ağarmamış, ama Lozan görüşmeleri sırasında saçları ağarmış. İşte orada, o şartlarda gazeteci olmaya karar verdim. Sonra şansım yaver gitti. Üniversitedeki hocalarımdan Cavit Orhan Tütengil ki kendisi daha sonra öldürüldü, çok değerli bir hocamdı, beni de çok severdi. Kendisi Cumhuriyet’in yönetim kurulu üyesiymiş. Ben iki dil biliyordum, ama iş bulamıyordum. Tütengil kanalı ile Cumhuriyet’te işe başladım. Cumhuriyet’te İstanbul’da aşağı yukarı 1 yıl çalıştıktan sonra bana “Ankara’ya git, orada ekonomi muhabirliği boş” dediler. 1974’ün sonuna doğru Ankara’ya gittim. 1981’de de temsilci oldum. Bin defa dünyaya gelsem yine gazeteci olurdum, bu kesin. Bugünkü koşullarda bile; yani gazeteciliğin bu kadar baskı altında tutulduğu, kısıtlandığı, basın ve ifade özgürlüğünün Cumhuriyet Dönemi’nde benzeri görülmemiş şekilde baskı altında tutulduğu bir ortamda bile ben yine gazeteci olurdum.

Gazeteciliğe başladığınız günden itibaren birçok önemli röportaja imza attınız. Sizin için unutulmaz olan röportajlar hangileri?

Cumhuriyet Gazetesi’nde ilk defa adımla çıkan Urfa’da Toprak Reformu ile ilgili bir haber ve röportajdı. Urfa’da Toprak Reformu ilan edilmişti. Türkiye’de ilk defa bir bölgede toprak reformu ilan ediliyordu, ben de o bölgeye gittim, röportaj yaptım. Adım gazetede ilk defa çıktı. O röportajla da Gazeteciler Cemiyeti’nin röportaj dalında birincilik ödülünü aldım. Dolayısıyla o röportajı hiçbir zaman unutamam. Daha sonra Yılmaz Güney ile yaptığım bir röportaj vardı. Kendisi hapisten yeni çıkmıştı. Çetin Altan da “Bir Avuç Gökyüzü” diye bir kitap yazmıştı, sonra da bu yüzden hapse girmişti. Çetin Altan hapisten yeni çıkmıştı ki, onunla da bir röportaj gerçekleştirdim. Bu röportajı da hiç unutamam. Ayrıca dünyanın değişik ülkelerinde önemli röportajlar yaptım. İran’da ve Irak’ta da röportajlar yaptım. Amerikalılar 10 yıl önce Irak’a girdiği zaman bir hafta kaldık orada. Daha sonra Talabani cumhurbaşkanı seçildiğinde Afganistan’a gittim. Tabii Avrupa ve Amerika’da da röportajlar yaptım.

Deniz desek, neler söylemek istersiniz?

İstanbul’a 1951 yılında geldik. İstanbul’da büyüdüm. Öğrencilik yıllarımda Alman Lisesi’nde okurken, Robert Kolej’e gider, onların sahasında futbol oynardık. Sonra Robert Kolej’den aşağı iner, Bebek’te banklarda soyunur, oradan denize atlardık. Bazen de sandal kiralar Bebek’ten Küçüksu’ya sandalla geçer oradan denize girerdik. 1960’lı yıllarda Fatih’te oturuyorduk, Florya’ya Ataköy’e gider denize girerdik. Sürekli denizle iç içe yaşadık. Türkiye’nin üç tarafında Hatay dahil denize girmediğim yer yoktur.

Ekonomiden siyasete, kültür-sanattan denizin altı ve üstüne kadar çok geniş bir yelpazede yazı yazıyorsunuz. Denizci ülkelerdeki medeniyetleri de yakından takip eden bir gazeteci olarak Türkiye neden denizlerinden yeteri kadar faydalanamıyor?

Gayet kötü yönetildiğimiz için… Tabii sadece bu günden de bahsetmiyorum. 40-50 yıllık bir hikaye bu. Çevre duyarlılığı gelişmemiş mesela. Balık çiftlikleri ile ilgili en az 50 tane yazı yazdım. Evet dünyanın her tarafında denizde balık çiftlikleri kuruluyor ama Türkiye’de kurulduğu zaman ne kıyıların temizliği kalıyor, ne de köpek balıklarının saldırıları. Bir yandan denizler, bir yandan turizm ölüyor, bir taraftan koca koca turizm tesisleri yerle bir oluyor. Balık çiftliğinin kurulması için yönetmelikte yanılmıyorsam 11 tane bakanlığın izni gerekiyor. Nasıl oluyor da balık çiftliklerinin sahipleri bu 11 bakanlıktan izni anında alıyorlar anlamak mümkün değil. Kaç yönetmelik değiştirildi, bunlar yasaklandı şuraya taşınacak, dediler ama hala adamlar bunları kuruyorlar. Üstelik bunları yazdığınız için size utanmadan bir de rüşvet teklif ediyorlar. Ayni şey üç tarafı denizle çevrili İstanbul için de geçerli. Üç tarafı denizlerle çevrili ama hala karadan trafik akıyor, bunu anlamak mümkün değil. Trafiğin bu kadar rezil hale gelmesinin nedeni karada ısrar edilmesi ve denizden faydalanılmamasıdır. Deniz ve denizcilik uygar bir kavramdır. O bize teğet geçmiş. Uygarlık denize alışmakla, uyum sağlamakla birlikte gelişir ve insanlar buna uyum sağlarlar. Böyle uygar oluyor toplumlar. Kısacası Türkiye denize uzak, böylece uygarlığa da uzak.

Denizcilik sektörü çok geniş bir kavram ama pek bilinmiyor sektör. Toplumumuz denize neden bu kadar uzak?

Türkiye’de denizcilik şöyle algılanıyor. Yazdan yaza bir gurup insanın denize girmesi, denizden çıkan balık, belki biraz da taşımacılık. İstanbul’un sorunu aslında Türkiye’nin genelinde de var. Deniz taşımacılığını göz ardı edip en pahalı yolu seçiyor ve o yolu kullanıyoruz. Hem taşımacılıkta, hem de yolcu anlamında. Bu işin kültürü yok. Mesela ne kadar az deniz romanı var. Ne kadar az deniz şiiri var. Bir Halikarnas Balıkçısı çıkmış bize Bodrum’u tanıtmış. Bodrum’un bugünkü hali belli. Bir de denizi tatillerde denize girip ondan yararlanma anlamında gördüğümüz için oralarda olağanüstü bir yapılaşma düzeni kurmuşuz. Dolayısıyla oradaki denizleri de bitirmişiz. İstanbul’un kendisi ve çevresi bunun en güzel örneklerinden biridir. Benim öğrencilik yıllarımda yani 1960’larda İstanbul’un her tarafı pırıl pırıldı, biz denize girerdik. Şimdi İstanbul’da denize girecek yer yok. Toplum denize neden uzak sorunuzun cevabı şu: Çünkü böyle bir kavram yok. Deniz romanı, deniz şiiri var mı? Yok, sadece 1-2 tane var. Bakın karasal insanlar uygarlığa uzak insanlardır. Daha yabanilerdir. Dağ insanlarını düşünün mesela. Sürekli yabani hayvanlarla yaşamak zorundadırlar. Kıyılara geldikçe insanlar daha uygarlaşırlar, evler bile daha estetik bir hale gelir. Yaşam daha bir estetik kazanır. Zevkler, yemekler, mimari olsun kıyılara geldikçe daha incelip estetik kazanıyor. Biz denizin kıyısında yaşıyoruz ama dağdaki insan gibiyiz. Neden? Biz denize sırtımızı dönmüşüz ve bu işle ilgilenmemişiz. Marmara, Karadeniz, Akdeniz, Ege diyorsun ama sadece coğrafya kitaplarında okuyor, haritalarda görüyorsun. “Ben buralara ne yapabilirim, denizle nasıl bir bağlantı kurabilirim?” demiyorsun. Uygarlıkla bütünleşmek demek denizle bütünleşmek demektir aslında, bu kadar basit…

Geçmişte coğrafya kitaplarında birçok şey okuduk ama denizle ilgili bilgiler çok sınırlı idi. Hep eksik kaldık. Sizce bunun sebebi aile mi, eğitim mi, devlet mi, sistem mi?

Hepsi birden. Uygarlık dediğiniz bir gelenektir aynı zamanda. Böyle bir gelenek yok bizde. Mesela İstanbul’a gelmiş, burada yaşıyor ama denizi görmek için merakı yok. Bu kadar uzak insanımız. Mesela Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri… Deniz Kuvvetleri 3. sırada geliyor mesela. Düşünsenize 3 tarafımız denizlerle çevrili ama 3. sırada geliyor. Bu bile devletin geleneksel bakış açısını ortaya koyuyor. 50’ye yakın amiral Ergenekon sebebi ile içerde. Denizcilik ticari olarak geri olabilir. İçerdeki amiraller, komutanlar görev yapan subaylar çok önemli kitaplar yazıyorlar ve denizcilikle ilgili çok bilgililer. Bakın deniz kuvvetleri nereden nereye geldi. Bu kadar denize uzak olunca da, dünyanın kaçıncı ekonomisi olursa olsun, dünyanın 17. büyük ekonomisi olması benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Ben şuna bakarım. Eğer hala İstanbul’da yaşayan 200 bin çocuk hala deniz görmemişse, istediğin kadar büyük ekonomi ol hiçbir şey ifade etmez. Ekonomide rakamlara bakarak belli bir sıralamanın içine girebilirsiniz, fakat uygarlıkta neredesin sen ben ona bakarım.

Sizin yazılarınızdan gözlemlediğimiz kadarıyla denize ve tarihe karşı özel bir ilginiz var…

Çünkü bu konuların hepsi insana dair şeyler… 4-5 yıl önce bir toplantı için Oslo’ya gitmiştim. Uluslararası bir toplantı idi. Oslo’ya gidince Kon-Tiki’yi görmemek elde değil, bu bir gemi. Papirüsten yapılmış tarihi olan antika bir gemi. Kon-Tiki ile Atlantik’i aşıyorlar. Ve o gemi orijinal haliyle Osla’da bir müzede sergileniyor.

Biz ise bütün önemli gemilerimizi Bandırma dahil korumayı başaramamışız…Küba’ya gitmiştim. Tarihi olaylara yol açmış kullanılmış objelerden biri Granma Yatı idi. Küba Devrimi’nde iki olay vardır simgeleşmiş. Biri Granma Yatı, diğeri Moncada Kışlası. Ha Granma Yatı, ha Bandırma Vapuru. Her ikisi de orada Küba Devrimi’ne, burada Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda çok önemli objeler. Yaklaşık yüz kişilik az cephaneli gerilla grubu Moncada Kışlası'na saldırır. Birçoğu saldırıda hayatını kaybeder. Hayatta kalanlar, Fidel Castro ve Raúl Castro da bu gruba dahildir, kısa süre içinde yakalanırlar ve hapis cezası alırlar. Ancak baskılar üzerine Batista, Moncada baskıncıları da dahil bütün politik mahkumları serbest bırakılır. Castro kardeşler Meksika’ya sürgün edilir ve yeniden örgütlenme sürecine girerler. Castro, Ernesto "Che" Guevara ile tanışır ve yeniden Küba’ya gitmek üzere Granma Yatı’na binerler. İlkokul çağlarında denizcilikle ilgili önemli kişilerle ilgili kitaplar vardı, hikayeler anlatılırdı. Ama çok eskiden, şimdi var mı bilmiyorum ve bu hikayeler dilden dile dolaşırdı. Mesela Cervantes, İnebahtı’da bizimle savaşıyor ve kolunu kaybediyor. Daha sonra dönüyor ve Don Kişot’u yazıyor. Bunları ortaokul ve lisedeki çocuklar neden okumuyorlar, neden bilmiyorlar? Şu anda İstanbul’da Eminönü’nde Sepetçiler Kasrı olarak bilinen yer, bir zamanlar sultanların sefere çıkacak donanmayı uğurladıkları ve selamladıkları yer idi. Merak ediyorum acaba İstanbul’da kaç tane okul öğrencilerini Sepetçiler Kasrı’na götürmüş ve Osmanlı Dönemi’nde yaşanan bu seremoniyi anlatmıştır. Eski Haliç Tersanesi’ne kaç öğrenci gitmiştir? Boğaz’ın çıkışına ya da İstinye Tersanesi’ne kaç öğrenci gitmiştir acaba? Oradaki coğrafya nedir, oradaki insanlar nasıl yaşarlar, tarihte burası nasıl bir yerdir? İlkokul ya da ortaokul öğrencileri bunların ne kadarını biliyor. Bizim insanımız bunları biliyor mu? Nerede bunların kitapları? En son Piri Reis haritası ve kitap çıktı. Nerede Barbaros Hayrettin ile ilgili eserler, nerede Kılıç Ali Paşa… Kılıç Ali Paşa kim? Nerede bunların hikayeleri, çünkü bunların hepsi devşirme, araştırılınca ortaya kim bilir ne kadar hoş romanlar çıkacaktır. Denizcilikle ilgili romanları İhsan Oktay Anar yazıyor mesela, Yaşar Kemal keza. İhsan Oktay Anar denizcilik dilini iyi biliyor. Büyük zevkle okuyorum.

Peki, sizce ne yapmak lazım?

Okullardaki müfredatı değiştirmeliyiz. Üç tarafı denizlerle çevrili bu ülkede ilkokulda çocuklara denizlerle ilgili ne öğretiliyor? Liselerde mesela denizcilikle ilgili bir ders var mı? Yok… Önce denizcilikle ilgili dersler konulmalı. Bu işin bir de ekonomik boyutu var. Tıpkı turizm gibi denizcilikte de çok ciddi bir kaynak var. Bu sadece deniz ürünlerinden elde edilen kaynak değil. Taşımacılıktan turizme kadar ekonomiye ciddi bir katkı da var. Türkiye gibi denize kıyısı olan diğer ülkelerle durumumuzu karşılaştırdığımızda durumumuz nedir onu görmek lazım. Eğitimi hızlandırmak, ne kadar yatırım yapılıyor bilmiyorum ama yatırımı özendirmek lazım. Tabii teşvik de şart. Bir de tersanelerdeki kazaları önlemek gerekiyor. Sektörün bir de kendi içindeki sorunlarına bakmak lazım.

Son olarak Vira Dergisi için ne söylemek istersiniz?

Takdirle izliyorum ve kutluyorum. Türkiye’nin bugünkü ortamında böyle bir tirajı, böyle bir sürekliliği yakalamak son derece zor. Hele böyle bir spesifik alanda yayın yaparak, bu tirajı yakalamak gerçekten zor. Bu ne bir siyasi dergi, ne bir magazin dergisi. Böyle bir dergiyi 9 yıldır yaşatmak çok zor. Sizleri kutluyorum...

virahaber.com


 

RÖPORTAJ Haberleri

ESKO Marine Exposhipping’de Denizcilik Temasıyla Sanatı Buluşturdu