1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. “Altın kulaçlı” kadın
“Altın kulaçlı” kadın

“Altın kulaçlı” kadın

Pınar Kalkavan’la denizi, deniz kültürünü ve Türkiye’de deniz kültürünün geliştirilmesi için neler yapılması gerektiğini konuştuk.

A+A-

Denizle çok küçük yaşlarda tanışan Pınar Kalkavan, lise yıllarında İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü’nün yüzme takımında tam 12 yıl yüzme sporu yapmış. Yüzme dalındaki yeteneğini altın madalya ile perçinleyen Kalkavan, “O yıllarda takım arkadaşlarım bana ‘boyu küçük ama yaptığı işler büyük’ diye takılırlardı diyor. Denizle bağı hiç kopmamış Kalkavan’ın… Kaptanoğlu Denizcilik’te yaptığı stajla sektöre ilk adımını atan Kalkavan’ın denizcilik serüveni 17 yıldır aralıksız devam ediyor. Daha çok erkeklerin hakim olduğu sektörde Gemi Brokerliği Derneği’nin başkanlığını da başarıyla yürüten Pınar Kalkavan’la denizi, deniz kültürünü ve Türkiye’de deniz kültürünün geliştirilmesi için neler yapılması gerektiğini konuştuk.

Denizle iç içe bir hayatınız var. Peki, Pınar Kalkavan yüzme konusunda iddialı mı?

İlkokula başladığım yıl yüzmeye de başladım. Okuldan önce saat 5.30 da baslardık, akşamda okul çıkışında tekrar üç saat antrenman yapardık. 1986 yılında Beşiktaş Atatürk Lisesi’nde okurken, İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü’nde yüzme takımındaydım ve 12 yıl yüzdüm. Milli yüzücü olarak yurt dışında ülkemi temsil etmeye çalıştım. Takımda bana ‘boyu küçük ama yaptığı işler büyük’ diye takılıyorlardı. Ben sırtçıydım. Sırtüstünde çeşitli zamanlarda Türkiye birincilikleri kazanarak altın madalyalarımı eve götürdüm.

Son günlerde çocukların derede boğulduğu üzücü olaylar yaşandı. Sırtını denize dönmüş yurdum insanını denizle barıştırmak için ne yapmak lazım? Bu işin devlet politikası haline getirilmesi gerekmez mi?

Boğulma olaylarının yüzme bilip bilmemekle her zaman alakası olduğunu düşünmüyorum. Çok iyi bir yüzücü de aynı girdabın içine girebilir. Bölge idaresinin keşif yapıp o bölgelerde çocukların yüzmesini engelleyecek veya uyarıcı önlemler alması gerekir. Anne babalarda da tehlike bilinci oturmalı. Fakat baktığımızda boğulanlar sadece çocuklar da olmuyorlar. Her şeyi devletten beklemek de doğru değil.

Bunun bir devlet politikası haline gelmesi lazım. Hepimiz biliriz ki; ilkokulda Türkiye’nin yedi bölge olduğunu, hangi bölgenin toprak yapısının ne olduğunu, hangi bitki örtüsü yetiştiğini, hangi hayvanın yetiştiğini vesaire öğretiyorlar. Fakat kıyıya gelince eğitim sistemimiz bitiyor. Deniz ile ilgili anlatılan şey, deniz isimlerinden öteye gitmiyor. Bak burada Karadeniz, burada Marmara, Ege, Akdeniz. Bu denizler Türkiye’nin üç tarafını çevreliyor gibi… Bir anlamda bu konuyu geçiştirip duruyoruz. Oysa bize çekirgenin anatomisini bile öğrettiler. Yani biz şimdi ne Ege’nin, ne Akdeniz’in faunasını bilmiyoruz. Hangi mevsimlerde hangi rüzgar eser, hangi balık yetişir gibi deniz ile ilgili en ufak bir bilgimiz olmadı. Dolayısı ile bunun devlet politikası haline getirilmesi gerekiyor ve bununla birlikte de okullarımızda mutlaka denizcilikle ilgili derslerin konulması gerekiyor.

Bu ülkede yıllardır kılavuzumuz karpuz kabuğu oldu. Yüzlerce çocuğumuz denizlerde boğuluyor. Neden böyle oluyor? Çünkü toprak soylu bir milletiz. 2002’den sonra Türkiye’de bir takım şeyler değişmeye başladı ve dünyada denizcilik alanında ‘biz de varız’ demeye başladık. Bugüne kadar tribünde oturup izlerken, ah vah çekerken, 2002’den sonra Türkiye bir anlamda denizcilik sahasında varlığını daha güçlü göstermeye başladı. Malta Şahini bunlardan bir tanesi. Dünyada eşi benzeri yapılmamış bir gemi Türkiye’de yapıldı. Artık Türk yelkenciler dünya klasmanında birinci sıralarda yer alıyor. Su altı dalışlarımız aynı şekilde. Artık bizi denizin altı da, üstü de ilgilendiriyor.

Türkiye’de denize kıyısı olan 28 tane ilimiz var ve Türkiye nüfusunun yüzde 65’i bu illerde oturuyor. İstanbul’a geldiğimizde ise 800 bin çocuk henüz denizi görmemiş. Şimdi bu tabloya baktığımız zaman Türkiye’de deniz kültürü nasıl geliştirilebilir?

Türkiye’nin Rönesanssının denizden başlayacağını söylüyoruz. Denizdeki hakimiyetimizi kurabilseydik, emin olun şimdi çoktan Avrupa Birliği’ne girmiş olurduk. Oraya demirimizi de atmıştık. Belki de Avrupa Birliği’nin kaptan köşkünde biz Türkler olacaktık.

Denizcilik konusunda hakikaten bir sıkıntı var. Nedir bu sıkıntılar? Öncelikle karacı bir milletiz. Mesela bir futbolcu, bir şarkıcı rahatlıkla sponsor bulabiliyor. Ülkede 70 milyon insan yaşıyor, bu 70 milyonun 69 milyonu deniz için bayılıyor. Ama konu elini taşın altına koymaya gelince herkes diyor ki; benim kurumsal kimliğime uygun değil. Şunu unutmayalım; Bir vatanımız daha var. Türkiye’nin kara topraklarının yarısı kadar kıta sahanlığımız yani bir mavi vatanımız var. Bütün dünya denizcilerinin ortak bir dili var. Bana düşmüş popüler bir uçak ismi ver desem veremezsiniz. Raydan çıkmış çok önemli bir tren ismi veremezsiniz. Ama denizde öyle değil. Denizde bir ahdi vefa vardır. Dolayısı ile denizde her şey hafızada kayıtlıdır. Yüzyıllar geçse de denizde olup biten hiçbir şey unutulmuyor. Bu hafızayı canlandırmak gerekiyor. Bunun için yapılması gereken şeyler var. Bunun için de deniz kültürünün devlet tarafından bir politika haline getirilmesi gerekiyor. Deniz kirliliği gibi durumlar yerel yönetimlerin günahı, suçu. Deniz kirliliğinin önemli bir kısmını sanayicilerimiz yapıyor. Sanayi atıkları, yani kara kaynaklı atıklar. Fakat bu kirletmeye karşılık bir şey yapılmıyor.

Bu kültürün gelişmesi için sizce nasıl bir yol izlenmeli?

Ben de yüzdüm, öğrenciliğim zamanında spor yaptım. İmkan yok. Türkiye’de sadece kıyı şeritlerindeki çocuklar yüzme bilir oldu, çünkü İç Anadolu’da çocuğun gidebileceği havuzlar, spor tesisleri var mı? Almanya’da her mahallede var. Avrupa’da her mahallede bir kapalı havuz, basket sahası, spor merkezleri var. Denizi bilmeyen vatandaşa, gençlere denizi ayağına götürmeliyiz. Spor tesislerimizin ki, sadece basketboldan oluşmayanların teşviklerle kurulmalarını sağlatmalıyız.

Tabii bir de deniz kültürünü dar kalıplara sokmamak gerekir. Deniz kültürü; denizi, denizcileri merak etmektir, sevmektir. Deniz kültürü son zamanlarda içi boşaltılarak dile pelesenk oldu. Denizlerde yelkenliler gibi amatör denizcilik arttıkça denizciğin geliştiğini zannettik. Oysaki öyle değil. Genel anlamı ile bakmak gerekiyor. Nedir bu? Tersanelerimizde heybetli kızaklarla kayıp denize inen gemiler de bir deniz kültürüdür. Boğazlardan ticaret akıyor. Bu ticaret gemilerinin akıp gitmesi de bir deniz kültürüdür. Dünyadaki deniz ticaretinde aldığımız pay deniz kültürü ile doğru orantılıdır.

Van Gölü’nü de deniz olarak sayarsak dört denizli bir ülkede yaşayıp da bu kadar denize sırt dönük, deniz kaçkını bir millet daha tanımıyorum. Kaldı ki; dünyada kendine ait bir denizi olan tek ülke de Türkiye. O da Marmara Denizi. Sadece bizim denizimiz olmanın ötesinde Marmara Denizi; dünyada iki denizin alt alta, üst üste geçip gittiği, birbirine dokunmadığı ve yüzyıllardır bu akıntının sürüp gittiği bir mecradır. Türkiye’nin aslında tarihsel anlamda deniz tarihi var. Türkiye, Osmanlı’dan günümüze, okyanus denizciliği olmasa da kıyı denizciliği konusunda pek çok mesafe kat etmiştir. Güneşin çocuğu olarak tabir edilen Karyalılar dünyanın ilk denizcileridirler ve bu topraklarda neşet etmişlerdir. Medeniyet, Ege’den doğup bütün dünyaya yayıldı.

Geriye düşmemizin temel nedeni, İpek Yolu’nun bir anlamda bitmesi oldu. Çünkü bir ganimet vardı denizlerde ve buna hakim olmak gerekiyordu. Bizim geçmişe dair birikmiş bir deniz kültürümüz var. Piri Reis gibi, Barbaros Hayrettin gibi. Ama bunu damıtıp günümüze kadar getirmek gerekiyor. Yani Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Kuzey Avrupa ülkeleri, İngiltere, Hollanda, Yunanistan, Norveç gibi ülkelere bakarak yapmadıklarımızı yaparsak denizci millet olma, denizci ülke olma şansımız çok yüksek olacaktır. Bunun için de öncelikli olarak denizi sevdirmek lazımdır. Denizi sevdirmek derken, gidelim denizin kenarında oturalım keyif yapalım anlamında demiyorum. Deniz kültürü çok fazla deniz kenarında oturma veya bulunma ile doğru orantılı değildir.

Bu ülkede 7’den 70’e herkesin deniz kültürü ile ilgili çaba sarf etmesi gerekiyor. Birinci olarak devlete, ikincisi yerel yönetimlere ve üçüncüsü de sivil toplum örgütlerine görev düşüyor. Sektörleri incelersek en çok sivil toplum örgütünün olduğu sektör denizcilik sektörüdür. Yüzlerce dernek var fakat hiçbiri bir araya gelmiyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Belki bu örgütler bir araya gelebilse ortak bir platform oluşturabilse her şeye sesimiz daha gür çıkacak ve daha kolay kamuoyu oluşturabileceğiz.

Deniz kültürünün turizm üzerindeki etkisi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de ekonomiye katkısı olan en önemli sektörlerden bir tanesi biliyorsunuz ki turizm sektörüdür. Sanki millet Kuzey Kutbu’nda donuyor ve Güney Kutbu’nda çözülmek için bir ay yatıyorlar. Oysa dünyaya baktığımızda durum çok farklı. Fransa, geçen gün sualtı turizmi gelişsin diye uçak batırdı, gemi batırdı. Bugün Ölüdeniz yaklaşık 60 milyar dolar döviz girdisi getiren bir yer. Türkiye’de eğer doğru bir yatırım yapılırsa, işadamları, siyasetçiler yüzünü denize çevirirlerse çok büyük bir ekonomik gelir elde edebiliriz. Çünkü bizim gemi falan batırmamıza gerek yok. Zaten tarihte bir sürü batığımız var. Hem de hikayeleri olan batıklarımız var. Türkiye’de deniz ile ilgili aktivitelerin yapılması gerekiyor.

Röportaj: Şerife Yılmaz - virahaber.com

 

Bu haber toplam 1513 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.