1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Biz bir rehabilitasyon projesiyiz
Biz bir rehabilitasyon projesiyiz

Biz bir rehabilitasyon projesiyiz

Türk, Kürt, Çerkes, Azeri, Laz, Ermeni… Türkiye’deki tüm kesimleri müziğiyle kucaklayan, halkların kardeşliği, herkesin kendi renginde yaşayabilme özgürlüğünü savunan Kardeş Türküler, sanat hayatında 20’nci yılını kutluyor.

A+A-

Albümlerinin yanı sıra “en iyi film müziği” dalında Altın Portakal kazanan “Vizontele” ve “Vizontele Tuba” filmlerinin müziklerini de araya sıkıştıran grup bugünlerde bir hayli yoğun. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarında grubun kurulmasını sağlayan isimlerden birisi olan Vedat Yıldırım’la bu yoğun tempo arasında bir araya geldik. Grubun solistliğinin yanı sıra Kürtçe folk-rock müzik yapan Bajar (Şehir) grubunun da solistliğini eşzamanlı olarak yürüten Vedat Yıldırım, besteleri kadar konserlerdeki samimi tavırlarıyla da çok seviliyor. Kardeş Türküler’le başlayan sohbetimiz denizlere doğru keyifli bir gezintiye dönüştü.

“Halkların müziğini yapıyorsak, elimizi vicdanımıza koyarak yapalım dedik ve Kardeş Türküler projesi bu şekilde biçimlendi. Bizim derdimiz “farklılıklarımızla nasıl bir arada yaşayabiliriz” sorusuydu. O yüzden ismi Kardeş Türküler oldu.”

“Birbirimizi tek tipleştirmeden, birbirimize birbirimizi benzetmeden, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın müziğini yapıyoruz.”

“İnsanlar arası bir hiyerarşi yaratmak kadar korkunç bir şey olamaz. Ve ne yazık ki bu bazen gündelik dile de sızabiliyor. Biz biraz da yok sayılan halkların sesi olmaya çalışıyoruz.”
-----------------------------------
Kardeş Türküler’in kurucu isimlerindensiniz. Nasıl başladı bu yolculuk?

Kardeş Türküler, Boğaziçi Üniversitesi’nde 1993 yılında kuruldu. Grubun üyeleri farklı farklı bölümlerde okuyan kişiler. Mesela ben işletme okumak için gelmiştim, Feryal edebiyat okuyordu. Üniversiteye gittiğinizde kültür-sanat adına bir şeyler yaparsınız ya ben de bir yandan eğitimimle uğraşırken bir yandan da kültürel bir faaliyette bulunmak için folklor kulübüne girdim. Kulüplerde bu işler genellikle hobi düzeyinde yapılır ama Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST), yani folklor ve tiyatro kulübümüz daha farklı yaklaşıyordu olaya. Boğaziçi Üniversitesi biraz Robert Koleji kökenli, Amerikan geleneği ağırlıklı bir yapıda… Üniversitede rock tarzı batı müziği yapan bir müzik kulübü vardı, bir de halk müziği yapan folklor kulübü vardı. Biz folklor kulübünde bir araya geldik. Önce hobi olarak başladık, daha sonra iş ciddileşmeye başladı. Özellikle “Halk müziği nedir?, Türkiye’de halk müziği nasıl bir yerde?, Halklar nedir? Türkiye halklarının müziği nedir?” gibi konuları araştırmaya başladık. Biliyorsunuz devlet merkezli Türk halk müziği tek dilli bir müzik.

Üsluplar da tek tipleşmiştir. Hep aynı enstrümanlar hep aynı üslupta çalar. Bölgesel renkleri çok göremiyorsunuz orada. Türkiye aslında Osmanlı sonrasında Mezopotamya, Trakya gibi halklar ve diller cenneti adeta... Halkların müziğini yapıyorsak, elimizi vicdanımıza koyarak yapalım dedik ve Kardeş Türküler projesi bu şekilde biçimlendi. Bizim derdimiz “farklılıklarımızla nasıl bir arada yaşayabiliriz” sorusuydu. O yüzden ismi Kardeş Türküler oldu. Birbirimizi tek tipleştirmeden, birbirimize birbirimizi benzetmeden, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın müziğini yapıyoruz.

Böylece 1993 yılında ilk konseri verdik, 1996’da da ilk albüm çıktı. Grubumuzun adı olan “Kardeş Türküler, aslında ilk albümümüzün adı. Daha sonra dinleyenler bu ismi beğendiler ve bu isim projenin adı olabilir dediler. Gelen istekler üzerine proje devam etti ve bugüne kadar 6-7 albüm çıkardık. Ayrıca iki tane de film müziği albümü yaptık.

“Cennetin Krallığı” filminin final sahnesinde sizin müziğiniz kullanılmıştı, öyle değil mi?

Evet, filmde sadece bir tema kullandılar. Film Kudüs’te geçiyor. O bölgenin sound’una yakın kimler var diye bakmışlar ve Kardeş Türküler olarak bizden de bir tema seçtiler. Gittik, Londra’da kayıtları yaptık. Çok demokratlar; önce filmi izlettiriyorlar ve ‘sizi rahatsız eden bir şey var mı’ diye soruyorlar, sonra da projeyi anlatıyorlar. Oldukça profesyonel bir ortamdı. Tabii, yönetmenin bunu kullanması güzel bir şey. Ben zaten Ridley Scott’ı çok severim ve o film de çok güzel bir filmdir.

“Çocuk (H)aklı” albümünüzde de farklı bir persfpektif var. Çocukların dünyasına dokunuyorsunuz, dertlerine, sıkıntılarına…

Geçen yıl çıktı o albüm. Biz her albümde bir tema belirliyoruz ve konsept albüm yapıyoruz. Mesela “Doğu” bir konsept albüm. “Çocuk (H)aklı” da öyle… Bu temalarla Türkiye’nin hali bu diyoruz bir anlamda…

Peki, diğer albümlerinizde hangi temalar var?

İlk albümümüz Kardeş Türküler biraz daha panoramikti, halk ezgileri içerikli. İkinci albüm “Doğu”da “Orada bir köy var uzakta mantığından öte, bakın Doğu böyle bir yer” temasını yansıtıyor. “Bahar” albümünde de Türkiye halklarının baharı nasıl karşıladığını işledik. “Hemawaz” albümüyle “Gelin hep birlikte ses çıkaralım” demek istedik, zaten “avaz” ses demek. “Çocuk (H)aklı” albümünde ise çocukların o kodlanmamış, doğruyu söyleyen taraflarını tema olarak aldık ve “kral çıplak” diyebildik.

Bu albüm Türkiye genelindeki tüm çocuklara mı yönelikti yoksa belli bir kesimdeki çocukları mı büyüteç altına aldınız?

Albümden önce atölyeler yaptık, Sulukule ve Tarlabaşında’daki çocuklarla buluştuk. Tekstil atölyelerinde gencecik yaşlarda kötü koşullarda çalışan çocuklarla görüştük. Hatta “Nazar” diye bir şarkı Romen çocuklarla beraber çalışıldı. Sanat hayatında 20’nci yılımız vesilesiyle Türkiye’nin değişik bölgelerinde çocuklarla çok kültürlülük üzerine atölyeler kurulmasıyla ilgili bir proje var gündemimizde. Tabii bunun için bir sponsor gerekiyor. Biraz bunun arayışları içerisindeyiz.

Siz bir taraftan da Bajar grubunda şarkı söylüyorsunuz. Orada çalışmalar nasıl gidiyor?

“Bajar” Kürtçe ve Türkçe rock müzik yapan bir grup. Bizim bütün projelerimiz buluşma projeleri biraz… Eskiden bateristtim, hatta folk-rock diye bahsettiler. Bajar da yılın grubu seçildi.
İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsanız insanlar arasında bir takım buluşmalar yaratmanız gerekiyor. Yoksa herkes kendi gettosunda, kendi cemaatinde, kendi köşesinde yaşıyor. Bu da aslında çok zevkli bir yaşam tarzı değil. Tek yönlü oluyor. Ama daha evrensel bir şey yapıyorsanız herkesi içinize alıyorsunuz.

İstanbul, yemek kültüründen tutun da mimarisine kadar birçok velinimeti içinde barındıran bir şehir. Bunlar çok kültürlü dünyanın içinden çıkan şeyler. Mesela yemek kültürü… Trakyalılar, Araplar, Kürtler, Ermeniler, Çerkezler hepsi ayrı bir şey getirmiş. Sarayların, camilerin çoğunun mimarı Ermeni’dir, Balyan ailesidir. Biz zaten çok kültürlülüğün üzerinde duruyoruz. Bunların hakkını vermek lazım, kadir kıymet bilmek lazım.

Kardeş Türküler için toplumu müzik yoluyla ortak bir paydada buluşturuyor diyebilir miyiz?

Tabii, biz bir rehabilitasyon projesiyiz aslında. Kardeş Türküler’in kültürel temsili daha geniş ve tümüyle bestelere sığınamazsınız. Çünkü halk müziğinin ezgilerini yansıtıyorsunuz.

Grupta en çok hangi enstrüman öne çıkıyor?

Birçok halkın ezgisini yansıttığımız için ucu bucağı yok diyebiliriz. Ekipte belli sayıda enstrüman var tabi ama albüm yaparken enstrüman sayısı genişleyebiliyor. Bizde her şey bir enstrüman. Ses bir enstrüman, el vurmak bir enstrüman, vokalle aynı zamanda ritim tutuyoruz. A capella dediğimiz sırf vokalli şarkılarımız da var. Perküsyon dünyası, vurmalı dünyası çok geniştir. Dikkat ederseniz bizim ekipteki perküsyonların çoğu kadındır. Eskiden erkeklerindi o alan. Güç gereğidir bu biraz… Ama şu anda Türkiye’de birçok kadın perküsyoncu görüyorum, seviniyorum.

Kardeş Türküler’in sahne performansları biraz tiyatro, biraz da müzikal havasında sanki… Ne dersiniz?

Üniversiteden mezun olduktan sonra,“Burada güzel bir şey kurduk, bir anlayışı oturttuk, bir birikim var. Öyle dağılıp gitmeyelim” dedik ve Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nu (BGST) kurduk. Bu yapının içinde müzik, tiyatro ve dans var. Hatta BGS Yayınları adı altında 60’a yakın kitap da çıkardık. O yüzden tiyatro zaten yapımızda mevcut. Mesela, “Karşılaşmalar” diye bir tiyatro oyunu var, onun müziklerini biz yaptık. Konserlere de dans ekibimizle çıkıyoruz.

Kliplerinizde de aynı durum var. İlk Kürtçe klip “Mirkut”’a çekilmişti. Yayınlamakta zorluk çektiğiniz bir klip olmuştu, ana haber bültenlerine haber olmuştunuz…

Evet, başlarda yayınlanmadı. Bizi ilk kez Hülya Avşar programına çıkardı. Baktık, kimse programına çıkarmıyor, klip yaptık. O dönemde çok pahalı bir şey bu. Mirkut, Kara Üzüm Habbesi’nden sonra çıktı. Yayınlamak için kanal arıyoruz diye gazetelere ilan verdik. Hülya Avşar o dönem bize destek verdi. Korkmadı, cesur davrandı ve programına çıkarttı bizi.

Mirkut’un klibinde de dans çok ön plandaydı. Klibi Ezel Akay çekmişti. O da çok iyi bir yönetmendir.

Sizi bilenler biliyor ama halkla buluşmanız, kaynaşmanız 20’nci sanat yılınızda oldu diyebilir miyiz?

Bir gurur varsa bu hepimizin gururu, halkın gururudur. Her yıl Harbiye’de açık hava konserlerine çıkıyor. O konserlerde profesyonelinden amatörüne bazen sahnede 100 kişi olabiliyor. Çocuklar geliyor, korolar geliyor. Balkanlardan ekipler geliyor, Diyarbakır’dan çocuk korosu geliyor, Kafkasya’dan ekipler geliyor. Profesyonelist değiliz. Yani, işinizi iyi yapacaksınız ama oturup beklemeyeceksiniz. Halkçı bir şey kurmaya çalışıyoruz. Mesela, bir yere konser için gidiyoruz, orada bir sivil toplum örgütü varsa çocuklara küçük bir atölye yapıyoruz. Çocuklarda bizimle birlikte sahneye çıkıyorlar. Halklar sahnesiyiz diyebiliriz.

Biraz ünlü olduktan sonra halktan uzaklaşabilirdiniz de… Ama siz bu yapınızı 20 yıldır devam ettiriyorsunuz. Bunu nasıl başardınız?

Bir kumpanya mantığı oturtmaya çalıştık, kolektif bir yapı, herkesin işin içinde olduğu bir yapı… Kostümlerden tutun da danslara kadar BGST işin içinde, elini taşın altına koyuyor.

Ana grupta kaç kişi var?

Boğaziçi Folklor Grubu’yla ilişkimiz hala devam ediyor. Sürekli iletişim halinde, bilgi alışverişi içerisindeyiz. Büyük gösterilere onlar da katılıyor. Ama sadece bu işle mesleki olarak uğraşan 15 kişi var diyebiliriz.

Müzik yoluyla çok hassas konulara temas ediyorsunuz. Bu çalışmaları yaptığınızda neler hissediyorsunuz? Nasıl tepkiler alıyorsunuz?


Gerçekle olmak güzel bir duygu. Bir kere vicdani olarak doğru bir şeyler yaptığınızı düşünüyorsunuz. Genelde iyi tepkiler alıyoruz. Konserlerimiz oldukça eğlenceli geçer. Tümüyle insan merkezli çalışmalar bunlar… İnsanlar arası bir hiyerarşi yaratmak kadar korkunç bir şey olamaz. Ve ne yazık ki bu bazen gündelik dile de sızabiliyor. Biz biraz da yok sayılan halkların sesi olmaya çalışıyoruz.

Geçen 20 yılda neler değişti peki? Daha demokratik, insanların kendisini daha rahat ifade edebileceği bir ortamdan söz edebilir miyiz?

Türkiye değişiyor, bir kere o cin şişeden çıktı. İnsanlar, özellikle kimlik mücadelesi içinde oldular, haklarını almakta ısrar ettiler. Mücadele etmeden kazanım alamazsınız. Bu onun da göstergesi.

Şu anda 90’lardan bugüne baktığınızda nispeten daha rahat bir ortam var. Bir barış içindeyiz. O barış süreci sağlıklı giderse daha da iyi olacak. Çünkü barış süreci; toplumsal barış, halklar arası ön yargıların olmaması adına da önemli. Sadece yasalarla olabilecek bir şey değil. Mesela şu an bir restorandayız. Müzik çalıyor ama bütün dillerden müzik çalabilmek lazım. Hayatın içinde de bu renklerle karşılaşmak lazım. Herkes kendi köşesinde konserini versin, dilini konuşsun olayı değil yani. Küçük bir çocuk kendi dilini, mesela Lazcayı konuşsa ben çok mutlu olurum.

Bu sürece Kardeş Türküler’in de olumlu bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?

Hiç Ermeni, Kürt ya da Çeçen müziği dinlememiş insanların bu müzikleri dinlemesini sağladık. Bu birlikteliliği sağlamak çok önemli. Zor ama kolektif bir yapıda olduğumuz için sağlayabiliyoruz bu beraberliği. Aynı Türkiye gibi... Sonuçta Türkiye nasıl bir yapıya sahipse Kardeş Türküler de öyle bir yapıya sahip. Makedonya’dan, Girit’ten göç eden var, Anadolu Türkleri var. Mesela ben Kürt’üm, Feryal Orta Anadolu Türkleri’nden.

Önümüzdeki dönemde hangi projeler var gündeminizde?
 

013 bizim 20’nci yılımız. Kardeş Türküler olarak Türkiye’de çok kültürlülüğü kışkırtmak için neler yapılabilir, bunun üzerinde yoğunlaşıyoruz. Konserlerin yanı sıra bir takım etkinlikler de düzenlemek istiyoruz. Çocuk atölyesi projemizi anlattım. Bir gösteri ve belgesel DVD hazırlamak istiyoruz. Sokak konserleri de olabilir. Bu yılın halkçı bir yıl olmasını istiyoruz. Sokağın, caddelerin dilini renklendirmek, insanları buluşturmak istiyoruz.

Gelelim denize… Denizle aranız nasıl? Özel bir tutkunuz var mı denize karşı?

Kadıköy’e dört ay önce taşındım. Arada Kalamış’ta inip geziyorum, çok eğlenceli, çok güzel. Ankara’nın bir köyünde doğdum. Ankara’da deniz yok ama köyümüzden Kızılırmak geçiyordu, o suyu yarıp karşıya geçmek inanılmaz güzeldi. Suyla haşır neşirdim hep.

Yemek yapmayı da çok severim. Balık yaparım. Yemek işi de müzik gibi biraz, yaratıcılığa çok açıktır. Mesela, pırasalı levrek yapıyorum. Bir de işimiz gereği çok geziyoruz. Gördüğüm yerlerde hoşuma giden olursa buraya geldiğimde deniyorum. Belçika’da kereviz sapıyla midye çorbası yapıyorlardı. Türkiye’ye geldiğimde aynısı ben de yaptım.

Deniz sporları yapıyor musunuz?

Sadece yüzüyorum. Çocukluğumda arada kayık çekerdik, o kadarla sınırlı kaldı. Balık tutmayı da çok beceremiyorum. Arada öyle girişimlerim oldu ama sabırlı olmak, vakit ayırmak lazım ona. Aslında bir taraftan da imreniyorum. Geçenlerde pazar günü sabah 6’da konser için karşıya geçmemiz lazım, o saatte kimse yoktur diye düşünüyordum ama insanlar oturmuş balık tutuyorlar Karaköy’de. Ne kadar güzel bir ortam. Dingin. Biz sürekli bir koşturmaca içerisindeyiz. Sonuçta orada ne kadar balık olabilir ki... Balık tutmak bahane, biraz da dinlenme amacıyla yapıyorlar. Kalamış’ta da görüyorum; adamın yanına kedi geliyor, adam arada balık veriyor ona, yanında müziğini açıyor. Çok hoş bir ortam…

Denizle ilgili bir anınız var mı? Öyle ilk anda aklınıza gelen…

Bozcaada’ya çok gidiyordum. Yüzmeyi de çok severim. Küçük sahil kasabalarında tüm ömrünü deniz içinde geçiren insanlar vardır. Profesyonel turlardan ziyade o insanlarla dolaşmayı severim. Küçük bir teknesi vardır, biraz para verince gezdirir, kendi tuttuğu balığı beraber yeriz. Güzel anlar bunlar, serüvendir biraz da… Gidip oralarda kalmak lazım ama artık doğadan korkuyoruz. Küçüklüğümde hatırlıyorum; yazın açık havada yatardık. Bambaşka bir şeydir o.

Geçen yıl Yunanistan’a gitmiştik. Leonard Cohen’in yaşadığı Hidra Adası’nı gördük, eşekler vardır o adada. Orayı görünce Cohen’in o müziği nasıl yaptığını anladım. Biraz modern derviştir, kendini soyutlamamıştır ama kendini dinleyen biridir. Müziğinde de onun dinginliği vardır. Mesela bir ozanı dinlediğinizde kin, nefret, gerginlik gider. Cohen için de öyledir; derviştir.

Denizin müziğe ilham verdiğini söyleyebiliriz o zaman…

Dağda yaşayan insanla, ovada, denizde yaşayan insanın müziği birbirinden farklıdır. Yemek kültürleri de öyle… Doğu Akdeniz’in bambaşka bir kültürü var, tadı var ama ne yazık ki yok oluyor. Amin Maalouf Beyrut, Lübnan, Suriye’nin sahillerini, o kültürü anlatır. Bir alışveriş olmuştur o kültürler arasında. Ama bugünkü dünya sistemi bu gelişmeyi yok ediyor, değişiyor her şey.

vedatt.jpg

virahaber.com

 

Bu haber toplam 1858 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.