1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. "Hala haberciliği başaramıyoruz"
"Hala haberciliği başaramıyoruz"

"Hala haberciliği başaramıyoruz"

Müzik tutkusu sayesinde daha öğrencilik yıllarında amatör olarak mesleğe adım atan Cahit Özbay, 70 kuşağının gazetecilerinden… İlk mesleki başarısını magazin gazeteciliği alanında elde etmiş Cahit Özbay.

A+A-

1970 yılında İstanbul’a gelen dünyaca ünlü şarkıcı Tom Jones’la röportaj yapan tek gazeteci olarak bir anda yıldızı parlayan Özbay’ın, profesyonel gazetecilik hayatı Hürriyet’le başlamış. Birçok gazetede hemen hemen her dalda çalışan Özbay, aynı zamanda gazete sayfası tasarımı konusunda dünyada ilk 100 isimden birisi. Abdülhamit devrinde İstanbul Kadısı ve Tophane Hukuk Müşaviri görevlerini yapan, Türkiye’nin ilk Baro Başkanı Mehmet Reşit Efendi’nin torunu olan Cahit Özbay, İstanbul Boğazı, Nişantaşı, Cihangir ve Beyoğlu’nun tarihi ve kültürü konusunda da uzman bir isim. Emekli olduktan sonra akademisyen olarak meslek hayatını sürdüren Özbay, gazetecilik serüvenini Vira’ya anlattı.

Cahit Özbay kimdir? Kendinizden biraz bahseder misiniz?

Kökenleri Osmanlı’ya kadar uzanan, çok eski İstanbullu bir ailenin oğluyum. Dedem Mehmet Reşit Efendi, Türkiye’nin ilk Baro Başkanı, eski İstanbul Kadısı ve Tophane Hukuk Müşaviri olarak Osmanlı’ya hizmet vermiş. Abdülhamit devrinde, deniz hukuku üzerine yoğunlaşmış ve değer görmüş. O zamanlar belirli sıkıntılar nedeniyle yeteri kadar deniz hukukunu bilen kimse yokmuş. Mehmet Reşit Efendi de o yıllarda master yapmak için Fransa’ya gitmiş, eğitimini tamamlayarak ülkesine geri dönmüş. Balkanlar’da yaşadığı sıralar da İtalyanların sınır davalarına girmiş. Bunu öğrenen Osmanlı Padişahı Abdülhamit de “kendi adamımızı kendimiz kullanalım” düşüncesiyle Mehmet Reşit Efendiyi istetiyor. Bunun üzerine dedemler Sarıyer’e geliyor. Burada bir köşk yaptırarak ailesini yerleştiriyorlar. Aslında Mehmet Reşit Efendi’nin İstanbul’da zaten konağı varmış; yani bir ayağı buradaymış. Neticede anne tarafımdan çok eski İstanbulluyum diyebilirim. Aynı zamanda anne tarafım Sarıyer’de bulunan tarihi çırçır suyunun sahiplerindendir. Tahminime göre on kuşaktan fazla… O yüzden İstanbul’la ilgili haber yapıp, seminer verdiğim zamanlar oldu. Bunu da yapmaktan çok zevk alıyorum.

Lise eğitimimi gördükten sonra yüksek öğrenimimi gazetecilik üzerine yaptım; İletişim Fakültesi’ni bitirdim. Uzun bir süre günlük gazetelerde çalıştım, yazı işleri müdürlüğü, sayfa sekreterliği, baş sekreterlik görevlerinde bulundum. Gazeteciliğin hemen hemen her dalında çalıştım diyebilirim. Bunun haricinde basın danışmanlığı görevlerinde bulundum. Sonuç olarak bu meslekte yapılması gereken ne varsa yaptım. Expo Channel ve Business, dünyanın gazetecisini seçti ve bunlardan birisi de bendim. Bu da benim için çok onur verici bir şey oldu. Sonra emekli oldum ama işin ucunu hala bırakmadım. Gazeteciliğin eğitim tarafında çalışmaya devam ediyorum.

Gazeteci olmaya nasıl karar verdiniz? Sizi teşvik eden neydi?

Gazeteciliğe 68 kuşağı döneminde, çok küçük yaşta başladım. O zamanlar hobi olarak müzik yapıyordum, senelerce davul çaldım. Sonra günlük yayınlanan ve şuan hala yayına devam eden Son Saat Gazetesi ile tanıştım. Bana, “Sen müzik işinden çok iyi anlıyorsun, bir şeyler versek bize yazar mısın” dediler. Lise son sınıf öğrencisiydim o zamanlar. Severek kabul ettim. Daha sonra amatör orkestralar yarışması yapmam için bir fırsat tanıdılar, takibini bana verdiler. Benim de o zamanlar kendi grubum vardı. Böylece amatör orkestralar yarışması yaptık. O yarışmada jüri üyesiydim; büyüklerimi, çok eski sanatçıları yarışmaya davet ettim. Yarışma sonrası Son Saat Gazetesi’nin müzik sayfası için haberler yazmaya başladım.

Çok enteresan… 1970 yılında İstanbul’a Tom Jones gelmişti. Kimse gidip Tom Jones ile röportaj yapamıyordu, kaldığı otele giremiyorlardı ama ben bunu başardım. Dediğim gibi o zamanlar çok gencim; “Tom Jones ile Yüz Yüze” diye bir röportaj yapınca bir anda yıldızım parladı. O sıralar daha gazetecilik öğrencisiydim. Yani, amatör de olsa bu işi yaptım. Okul bitince Hürriyet Gazetesi’nin haber ajansına girdim. Orada haber ajansı muhabirliği yaptım. Sonrasında Tercüman, Son Havadis gibi daha birçok çeşitli gazetelerde görev aldım ve bu şekilde gazeteciliğe başlamış oldum.

Bugüne kadar hangi görevlerde bulundunuz? Bir dönem magazin muhabirliği yaptığınızı duyduk? Biraz anlatır mısınız bize o günleri…

Evet, magazin muhabirliği de yaptım. O dönemde herkes, günümüzde de çok ünlü olan bir kadın sinema oyuncusunun çıplak veya dekolte fotoğraflarını çekme peşindeydi. Kimse bir türlü bu fotoğrafları çekemiyordu. Ortaya iddia bile konulmuştu. Ben de bu işe talip oldum. Hiç unutmam; o resmi çekmek için bir hafta boyunca onun evini gören bir yerde bekledim. Ama o zamanki şartlar şimdiki gibi değil... İnsanlar birinin sırtını açık görse, bir şey gördüm sanıyorlardı. Böyle bir resim çektim. Bu olaydan sonra çok iyi bir foto muhabiri olabileceğimi söylediler. O da biraz benim şansıma olmuştu. Ama magazin muhabirliğini uzun süre yapmadım, o bir dönemdi sadece… Meslek hayatım boyunca daha çok siyasi haberler veya toplumu ilgilendiren haberler yapmayı tercih ettim. Daha ziyade o konulara yöneldim.

Eski dönem, 70’lılar kuşağının gazetecilerindensiniz. O dönemde mesleğinizi yaparken sizi en çok ne zorladı?

Benim zamanımda en sıkıntılı dönem 80’li yıllardı. Biliyorsunuz, Türkiye’de o dönem 80 İhtilali yaşanıyordu. Sansür uygulandığı için her istediğimizi yazamıyorduk. Birtakım enteresan olaylar ile karşılaştık tabii ki… İhtilalin olduğu ilk iki sene çok yoğun senelerdi. Özellikle haber takiplerini çok zor şartlarda yapıyorduk. Haberleri yetiştirmek için eve dahi gidemiyorduk. “Her yazdığın şey kabahat olur” şeklinde bir dönem geçirdik. Öyle şeyler oluyordu ki; gazetede montajda, çekilen fotoğraflar gazeteye montajlanırken, şeffaf oldukları için yanlışlıkla ters tarafı konulabiliyordu. Yazı işleri müdürü ne kadar dikkat etse de o anda, o acele ile böyle hatalar olabiliyordu. Bir keresinde Devlet Başkanı Kenan Evren, resimde sağ eliyle değil de sol eliyle selam verirken basılmıştı. Bu olay oldu. Hiçbir zaman devlet başkanı sol eliyle selam vermez. Halbuki o teknik bir hatadan dolayı öyle olmuştu. Bu da bizim başımıza çok büyük dertler açtı. Yani, çok zor ve sıkıntılı günlerdi gazetecilik açısından.

1983 yılında genel seçimler yapıldı. Genel seçimlerin ardından da yeni bir dönem geldi ama o yeni dönem de gazeteciliğin daha da kötüye gidişini hazırlayan nedenlerden biri oldu. O yıllarda Türkiye’deki gelişmeler yavaş yavaş bugünkü gazeteciliğin zeminini hazırladı.

Meslek hayatınız boyunca sizi çok etkileyen bir anınız var mı? Özellikle gençlik döneminizde, ilk tecrübelerinizi yaşadığınız süreçte...

Bir telefon geldi; Sarıyer’de tanker çarpışmış. Burnu alev almış. Biz de o zaman Şişli’deydik. Hemen oraya gittik. Tabii o zamanlar cep telefonu yok. Telsizler var ama onlarda belli bir mesafeden sonra çekmiyor. En garantisi, bir yerden birisine rica ederek telefon etmekti. Haberi yazıyoruz, ana hatlarını kurguluyoruz, fotoğrafı da çekiyoruz. Bulunduğumuz yerde uygun birisinden rica edip, haberi telefondan yazdırıyoruz. Kaza ile ilgili önemli ayrıntıları söylüyoruz. Şimdiki gibi anında yollayamıyorduk haberi. İşin en zor kısmı da fotoğraf filmini ulaştırmak oluyordu. Filmi ulaştırmak için, otobüs şoförüne iki paket sigara veriyorduk, ancak öyle götürüyorlardı gazeteye. Çok zor şartlardı o zamanlar...

Günümüz gazeteciliği ile eski dönem gazeteciliği arasında nasıl bir fark görüyorsunuz? Dünden bugüne neler değişti?

Biraz önce 83 yılından bahsettim. O dönemde ne geldi derseniz, liberal ekonomi geldi ve Türkiye’de kuvvetli bir girişimcilik hareketi başladı. Fiyat politikaları değişti, serbest fiyat ekonomileri gündeme geldi. Eskiden pazara çıktığınız zaman belediyenin uyguladığı fiyat politikası vardı. Domates olsun, meyve sebzeler olsun şu fiyata satılacak denirdi. Liberal ekonomi ile birlikte daha çok firma yatırım yapmaya başladı. Buna paralel olarak medyaya gelecek reklam pastası da büyüdü. Tekelleşme ile gelen reyting kaygısı nedeniyle medya haberleri magazinleştirerek, okuma ve izlenme oranlarını arttırdı. Böylelikle haberler sulandırıldı, gerçek habercilik bir yana bırakıldı. Basın; asli görevi olan haber verme, bilgilendirme işlevinden yavaş yavaş uzaklaştı. Adeta toplumun gözü ve kulağı perdelendi. Haber değeri olmayan konu veya olayların haberlerinin sunulması eğitimli olmayan büyük çoğunluğun düşünce yapısında ve haberleri algılamasında problemler yarattı. Halkın ülke sorunlarına olan ilgisi bu tür haberlerle engellendi. Bu reyting savaşında ne yazık ki medya patronları da bu duruma göz yumdular. Toplumun kültürel çöküşü kaçınılmaz oldu. “Uyuyan”, “duyarsız” ve “düşünmeyen” bir toplum olduk.

Türkiye’de verilen gazetecilik eğitimini yeterli buluyor musunuz? Akademisyen olarak siz gazeteciliği öğrencilerinize nasıl anlatıyorsunuz? Onlara öncelikle neyi öğretmeye çalışıyorsunuz?

Ben iletişim fakültesi mezunuyum. Diplomamı alıp gittiğimde ki bu mesleğe diploma almadan önce amatör olarak başlamıştım; her şeyi medyada öğrendim. Yani okulda bir şey öğrenmedim. Devamlı okuduk, yazdık, iyi hocalarımız da vardı ama uygulamalı eğitim diye bir şey yok. Bitirdiğim yıldan şimdiki yıla bakıyorum, değişen bir şey yok.

Üzüldüğüm diğer bir nokta; uygulamalı eğitim devlet üniversitelerinde olmadığı gibi özel üniversitelerde de yok. Ben bunun acısını çektiğim için demiştim ki; “Bir gün ben gazetecilik mesleğinden emekli olursam, bu işin ucundan tutacağım ve insanları eğiteceğim.” İyi ki de bunu yapmışım. Yaklaşık 15 yıldır eğitim veriyorum. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde sevgili Dekanımız Melda Cinman Şimşek bu konuda çok faydalı olacağıma inandı ve birlikte birçok çalışma yaptık. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Üniversitede son sınıflara gazetecilik eğitimi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde de 12 sene boyunca gazetecilik eğitimi verdim. Bununla birlikte önemli bir kurum olan Akademi İstanbul’da 7 sene boyunca medya bölümü başkanlığı yaptım. Orada da insanları bu konuda eğittim. Bu çalışmaların hepsinde öğrencilerime uygulamalı eğitim vermeye çalıştım. Bazı kurumlar eski sistemde eğitim veriyorlar ama yeni sistemde gazetelerin çalışma düzeni değişti. Eskiden, bizim zamanımızda büyük gazetelere gittiğiniz zaman, onların ajansları, kendi muhabirleri vardı ve haberleri onlar yapıyordu. Günümüzde bu durum değişti; özel ajansların sayısı arttı. Şimdi gazetelerde daha az deneyimli muhabirler çalışıyor. Dünyada da sistem bu şekilde. Bu haber yazmaktan ziyade, gelen haberi düzenleyip, redakte edip sunmaktır. Fakültelerde birtakım dersler anlatılıyor ama öğrenci mezun olup gazetecilik yapmaya başladığında şaşırıp kalıyor. Özellikle okullarda sayfa tasarımı diye bir ders yok. Görsel tasarım adı altında eğitim veriliyor. Burada öğrencilere öğretilmesi gerekilen en önemli şey bence; “günümüz medyası ne istiyor?” sorusunun cevabıdır. Biz kurslarımızda öğretilmesi gerekenlerin yanı sıra ağırlıklı olarak uygulamalı ve işe yarayacak şeyleri öğretmeye çalışıyoruz.

Meslekte idolünüz olan bir gazeteci var mı? İşlerini beğendiğiniz…

Hasan Pulur’u çok beğenirim. Kendisi gazeteci ve köşe yazarıdır. Hasan Bey çizgisini bu yaşa kadar korumuş bir insan. Rauf Tamer de ayrıca beğendiğim gazetecilerden biridir. Sayfa tasarımda Hotan Baykara ve Milliyet Gazetesi’nde spor sayfalarını çok iyi organize eden İsmet Tongo’yu da beğenirdim.

Dünyadaki ilk 100 sayfa tasarım editöründen birisiniz. Günümüzdeki gazete ve dergilerin sayfa tasarımlarını nasıl buluyorsunuz? Eksikler var mı?

Şimdi yapılan tasarımlarda hatalar görüyorum. Mesela, 20 sayfalık bir gazeteye baktığım zaman, bir takım sayfaları beğenmiyorum ama bir sayfayı çok beğeniyorum. O sayfayı yapan kişi mutlaka işi bilen, birikimi olan birisi… Bunu anlayabiliyorum. Vatan Gazetesi’nde bir zamanlar her bir sayfayı çizen kişinin, sayfanın üzerinde adı yazılırdı. Şimdiki gazetelerde bu yapılmıyor. Aslında sayfaları kimlerin yaptığı yazılsa daha iyi olur. Bir takım sayfa tasarım kuralları vardır, onları çiğnediğiniz zaman okuyucunun gözünü yorarsınız. Takibi zor olur. Belli bir kalıp ve standart varsa onları uygulamak daha iyi… İlla ki dediğimiz kalıpların içinde mi kalmak lazım? Hayır. Bunun dışına da çıkabiliriz. Ben öğrencilerime sayfa tasarımı çizdirdiğim zaman, “Bir noktada uçun” diyorum, değişik bir şeyler istiyorum. Ama genelde böyle bir sıkıntı var. Özellikle dergilerde yaşanıyor bu sıkıntılar. O kuşe kâğıtların bir kısmını sokağa atıyorlar. Bir noktada maddi zarar aslında.

Yazılı basının şuan dünyada ve Türkiye’deki durumunu nasıl görüyorsunuz?

Türkiye’de yazılı basın o kadar da kötü durumda değil. Teknoloji bakımından biz çok ilerideyiz. Gazetelerin kağıt kalitesi, baskı kalitesi, grafik tasarımı, renk kombinasyonları gayet güzel. Bizim sıkıntımız haber… Hala haberciliği başaramıyoruz diye düşünüyorum. Çünkü haber takibi diye bir şey yok. Bir olay oluyor, insanlar ölüyor, bakıyorsunuz o haber o gün bitmiş. Sonrası takip edilmiyor. Bu televizyon haberciliğinde de böyle. Mesela iki kişi arsa yüzünden birbirini öldürmüş. Çekimleri veriyorlar, adamlar birbirine ateş etmişler. İki kişi bir menfaat için birbirini öldürmüş. Bu televizyonun üçüncü veya dördüncü haberi olmaması lazım. Topluma daha faydalı haberler yapsak daha iyi olur diye düşünüyorum. Bunlar insanlara kötü örnek oluyor. Kaza haberlerine bakıyorsunuz orada da aynı durum söz konusu; kadınlar etrafta ağlıyor, çocuklar yerlerde… Magazinsel bir durum var ortada. O durumu göstermemek lazım, insanlar üzülüyor.

Geçmişte medya etiği konusunda tartışmalar olmuştu; “Haberin hangi kısmını verelim, hangi kısmını vermeyelim” diye. RTÜK bunlara mani olacaktı. Ama durum böyle olmadı. Neler yapmamızı gerektiğini bize öğretecek haberler çok önemlidir. Yani biz habercilik alanında ileri gidemedik. Özellikle son yıllarda birçok köşe yazarı çıktı. Hiç ismini bilmediğimiz kişileri köşe yazarı olarak görüyoruz. Herkes konuları bir tarafa çekmeye başladı. Eskiden hatırı sayılı yazarlar vardı. Ama şimdi bölücü, insanları birbirine düşüren yazarlar doğdu.

Biraz da hobilerinizi konuşalım. Bateri ve motor tutkunu olduğunuzu duyduk? Nereden geliyor bu sevda?

16 yaşındaydım, babama gitar aldırmıştım. Kurtuluş’ta bir müddet gitar eğitimi aldım. Bir yandan da izcilik kulüplerinde trampet çalıyordum. Okul idaresi bir süre sonra bando takımı kurdu. Orada trombon çalıyordum; Cumhuriyet bayramlarında çalmaya başlamıştım. Konservatuarın müdürü ve Müzisyenler Sendikası Genel Sekreteri rahmetli Muammer Yeşilhoca bizim müzik hocamızdı. Bir gün hoca hastalanmış, gelmeyeceğini söylediler. Bizim sınıfta ünlü komedyen Atilla Arcan da vardı. Hoca gelmiyor diye müzik odasına girdik. Ben trompetleri aldım, arkadaşlar diğer ekipmanları aldılar, sonra başladık çalmaya. O sırada geciken hoca da bizi dışarıda dinliyormuş. İçeri girdi ve çok güzel çaldığımızı söyledi. Yanıma gelip, “Sen gitarı, trompeti güzel çalıyorsun ama asıl davul işinde çok yeteneklisin” dedi. Benim de hoşuma gitti ve bir orkestra kurdum. Konserler vermeye başladık. Bir ara Selçuk Alagözler’le tanıştım, onlarla beraber çaldık. Milliyet’in müzik yarışmalarına girdik ve Türkiye ikincisi olduk.

Motor sevdam ise hep vardı ama annem ve babam istemediği için motor kullanmaya daha geç başladım. 13–14 sene oldu. Hoşuma gidiyor. Motor kullanmak bende bir tutku oldu.

img_0032.jpg

25.03.12-cahit-ozbay-nisan.jpg

Peki, denizle aranız nasıl? Denizin sizin için özel bir anlamı var mı?

Deniz benim için çok önemli. Belki de birçok insandan daha önemli bir yere sahip. Çok eski bir İstanbulluyum, biliyorsunuz İstanbul da bir deniz şehri. Ben deniz olmayan bir yerde yaşayamam. Hatta çok enteresan, beni Parlamento muhabiri olarak Ankara’ya yolladılar. İki üç ay zor durdum orada. “Neden duramadın” dediklerinde, “Burada deniz yok, o yüzden” dedim. Anne tarafımdan Sarıyerliyim, dedem Rumeli Hisarlı, kendim de senelerce Bebek’te yaşadım. Onun için deniz bana çok şey ifade ediyor.

Türkiye’de veya dünyada denizini, kumsalını, sevdiğiniz ve “İstanbul’da yaşamasaydım burada yaşardım” dediğiniz bir yer var mı?

Türkiye’de Bodrum’da yaşamak isterdim ama Bodrum’un Turgutreis ilçesinde… Niye Turgutreis derseniz, o kısım burunda kaldığı için tam denizi görerek rüzgarını alabileceğim bir yer. Karşında Kos Adası ve Yunan adaları bulunuyor. O yüzden Turgutreis çok hoşuma gidiyor. Deniz olarak orası bir başka benim için. Dünyada ise Dubrovnik çok güzel.

En sevdiğiniz deniz mahsulü nedir, vazgeçemediğiniz?

Bütün balıkları severim ama mezgit balıklar arasında birinci tercihimdir. Beyaz etli balıkları daha çok seviyorum.

Türkiye ve dünya genelinde deniz kültürünü değerlendirirseniz, denize yeterli önemi ve değeri veriyor muyuz?

Bence biz denize önem vermiyoruz. Hala bu dönemde Türkiye’de denize çöp dökenler var. Deniz temizliğine önem vermek lazım. Bu konuda Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı çalışmalar var. Geçen sene Fener yolunda Büyükşehir Belediyesi’nin plajına girdim. Pırıl pırıl bir deniz vardı. Eskiden böyle bir şey yoktu. İnşallah daha da temizlenecek. Bu çalışmaların devam etmesi lazım.

Cahit Özbay’ın hiç bilmediğimiz bir yönü var mı?

Röportajımızın başında Mehmet Reşit Efendi’nin torunu olduğumu söylemiştim. On kuşaktan beri İstanbul’da yaşayan bir ailenin çocuğu olduğum için o kültürü tamamıyla yaşayan biriyim. İstanbul’u, Boğaz’daki kültürü çok iyi biliyorum. Boğaz’da sadece mekân olarak yaşamakla kalmadım, bunların üzerinde bir uzmanlığım var. Nişantaşı, Cihangir ve Beyoğlu bölgelerini de çok iyi biliyorum. Bu konularda bir takım seminerler verdim. Vira haber’e teşekkür ederim.

dscn1461.20130325104229.jpg

dscn1447.20130325104241.jpg

dscf98411.jpg

sam_0245.jpg

FOTOĞRAF VE RÖPORTAJ : AYŞEGÜL KÜÇÜKKURT

virahaber.com

 

 

Bu haber toplam 1852 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.