Issız Tepeler ve Sessiz Işıklar
Tepeler, gecenin koyu mavi örtüsü altındaydı. Rüzgâr, çimenlerin arasından geçerken adeta fısıldıyor, uzaklardaki yıldızlar ise gökyüzünde hareketsiz bir bekleyiş içindeydi. Kasabaya en uzak tepede, taş bir evin önünde Adsila ayakta duruyordu.
Yıllar önce terk ettiği bu ev, şimdi bir hayalet gibi karşısında yükseliyordu. Annesiyle birlikte yaşadıkları, çatısına yağmurun vurduğu, rüyalarla ve korkularla yoğrulmuş bir yerdi burası. O günden beri hiç kimse burada yaşamamıştı. Issızdı, ama hâlâ nefes alıyor gibiydi.
Adsila, cebinden küçük bir anahtar çıkardı. Pas tutmuştu ama tanıdık. Kapıyı açtığında içeride hiçbir şey değişmemiş gibiydi sadece sessizlik daha derindi artık. İçeri adımını attığında, duvarlardan süzülen bir ışık gördü. Ne bir ampul yanıyordu ne de bir mum. Ama odanın ortasında, adeta görünmeyen bir kaynaktan süzülen solgun bir ışık vardı.
O ışığı ilk kez çocukken görmüştü. Annesi ona, sessiz ışıklar sadece gerçekten dinleyenlerin yanında belirir, derdi. Adsila o zamanlar anlamamıştı. Şimdi ise bu tepelerde, bu sessiz evde, yalnızca gecenin tanıklık ettiği bir şey vardı: geçmişin yankısı.
Işık, onu üst kata doğru çağırıyor gibiydi. Her adımıyla geçmişe yaklaştı. Eski odasına vardığında, pencerenin önünde annesinin gençliğine ait bir siluet beliriverdi. Göz göze geldiklerinde, ses çıkmadı. Ne bir selam ne de bir ağıt. Sadece o sessiz ışık parladı, sonra söndü.
Adsila bir anda durup düşündü, İçindeki sızı artık bir ağırlık değil, bir hafiflikti. Belki de yıllardır bu anı bekliyordu. Issız tepeler hâlâ rüzgârla konuşuyordu ama bu kez yalnız değildi. Sessiz ışıklar, bir vedanın değil, bir kabullenişin yankısıydı.
Tepelerin üzerinde durduğunda, rüzgârın yalnızca çimenleri değil, geçmişi de titrettiğini hissetti. Adsila, sırtında zamanın yüküyle, çocukluğundan beri adını duyduğu ama hiç çıkmadığı o tepeye nihayet ulaşmıştı. Sessizlik, bir boşluk değil, her şeyin özü gibiydi burada. Sanki dünya konuşmayı bırakmış, sadece dinliyordu.
Adsila gözlerini kapadı. İçinde yankılanan sesler geçmişten geliyordu. Babasının suskunluğu, annesinin titrek sesi, kendi çocuk halinin soruları... Neden buradayım? diye sormadı bu kez. Soru daha derindi artık. Ben kimim?
İnsan hayatı boyunca geçmişi unutmaz, sadece yeniden yorumlar. Adsila’nın geçmişi de peşini bırakmıyordu ama artık ondan kaçmak yerine ona bakmayı seçmişti. Bu tepelerde, rüzgârla savrulan yaprak gibi, bırakmayı öğreniyordu.
Aşağıdaki kasabada herkes bir şey olmaya çalışırken, burada hiçbir şey olmak bir özgürlük gibiydi. Işıklar, şehirde nehir gibi akar; ama burada gökyüzünden süzülen bir bilgelik gibi iniyordu yeryüzüne. Sessiz ışıklar… Ne bir elektrik lambası ne de bir güneş ışığı. Bu ışık, içte uyanan farkındalıktı.
Adsila dizlerinin üzerine çöktü, toprağa dokundu. Toprak sıcak değildi ama canlıydı. Doğa bize bir yer değil, bir aynadır, diye düşündü. Yıllarca anlam aradığı her şeyi şehirde aramıştı. Başarıda, ilişkilerde, anlam yüklediği kimliklerde. Oysa burada, bir ağacın kökleri kadar sade bir gerçek vardı: Var olmak, bir yanıt değil, bir sorudur.
Tepelerin sessizliğiyle birlikte o da konuşmayı bıraktı. İçinde bir yer, ilk kez sessizliğe güvenmeyi seçti. Geçmiş, geleceğe karşı bir düşman değildi. Sadece zamanı anlamaya çalışan bir hikâyeydi. Gün batımına yakın, rüzgâr biraz hafifledi. Adsila ayağa kalktı. Artık bu tepede bir son değil, bir başlangıç vardı. Geçmişi taşıyan ama artık onunla savaşmayan bir kadın. Ve içinden yükselen o sessiz ışık, ona yeni yolu gösteriyordu.Kendine doğru...
Adsila, o geceden sonra tepelere her gün yürümeye başladı. Aynı yoldan gitse de her seferinde farklı bir şey görüyordu. Gökyüzü aynı renk değildi, kuşlar aynı şarkıyı söylemiyordu, rüzgârın dokunuşu bile değişiyordu. Doğanın kendini tekrar etmeyen bu döngüsünde, insanın durgunluğu daha da belirginleşiyordu.
Bir gün, büyük bir kayanın yanına oturdu. Elini toprağa gömdü, gözleri ufuk çizgisinde kaybolmuştu. Aklına bir düşünce düştü. Geçmiş, sadece yaşadıklarımız değil. Üzerine düşündüğümüz her şey onun bir uzantısıdır.
Anılar zihinde değil, bedende yaşardı. Her korku, omuzlarına çökmüş bir yük gibi, her pişmanlık, diz kapaklarına yapışmış eski bir yara gibi. Adsila, kendini affetmenin geçmişi unutmak olmadığını, onu onurlandırmak olduğunu anladı. Sessiz ışıklar bazen bir fikirle beliriyordu. Bazen bir taşın şekliyle, bazen bir ağacın kırık dalında...
Ertesi sabah daha erken çıktı yola, tepeye vardığında, doğan güneş karşısında gözlerini kıstı. Güneş, yüzüne vurmadı içine doldu sanki. O an, her şeyin döngüsel olduğunu hissetti. Hiçbir şey sonsuza dek kalmaz ne acı ne mutluluk ne de yalnızlık.
Ama bazı şeyler dönüşür.
Yalnızlık, farkındalığa.
Sessizlik, anlayışa.
Issızlık, kabule.
Ve Adsila artık tepelerde kendini kaybetmiyordu. Tam aksine, her adımda biraz daha kendine yaklaşıyordu.

Kırık Işıklar
Tepede gün batımı, Adsila’nın içindeki eski bir yara gibi ağır ağır sönüyordu. Gökyüzü, turuncuyla kan kırmızısı arasında bocalarken, Adsila’nın kalbinin içindeki dalgalanmayı dinliyordu. Hayal kırıklıkları… Onlara hiçbir zaman "ölümcül" dememişti, ama şimdi fark ediyordu, İnsan en çok o küçük ölüşlerde parçalanıyordu.
İlk büyük hayal kırıklığını hatırladı. Okul yıllarında, bir öğretmeninin ona söylediği “sen bu kadarını bile zor yaparsın” cümlesi. O an içini kaplayan öfkeyi değil, o öfkeyi bastırmak zorunda kalışını hatırlıyordu. Çünkü sessiz kalmak, sevilmenin ön koşuluydu.
Sonra bir arkadaş, ardından bir sevgili… Hepsi kendi boşluklarını onunla doldurmaya çalışmıştı. Adsila, uzun zaman kendini başkalarının tamamlaması gereken bir eksiklik gibi görmüştü. Ama eksiklik değilmiş aslında, fazlalığını taşımak istemeyenlerin içinde küçülmeye zorlanan bir bütünmüş.
Rüzgâr arttı. Otların ucu kıpırdadı. Adsila başını gökyüzüne kaldırdı.
İnsan neden hayal kurar?
Belki de gerçekle baş etmek için.
Belki de gerçeğin sınırlı çizgilerini aşmak için.
Ama asıl soru şuydu:
İnsan neden hayal kırıklığına uğrar?
Çünkü beklenti, sevgiyle değil, korkuyla beslenirse …sonunda daima çürür.
Adsila gözlerini kapadı. İçinden geçen şu cümleyle sarsıldı. Ben en çok, kendime verdiğim sözleri tutamadığım için kırıldım.
O an ağlamadı. Çünkü ağlamak, duygunun taştığı yerdi. Adsila ise artık taşmak değil, toprağa karışmak istiyordu. Kırıklıklarını birer tohum gibi bırakmak… Ve onların zamanla bir şeye dönüşmesine izin vermek.
Işık, bu kez başka türlü belirdi. Ne dışarıdan geldi ne de bir yansıma gibiydi. İçinden yükselen bir tanımayla birlikte, bir tür aydınlık hissetti. Kırık bir ışık da yol gösterebilirdi. Hatta belki de en doğru yolu yalnız o gösterebilirdi.
Yeni Gözlerle
Adsila, yine aynı tepede oturuyordu. Ama bu sefer hava farklıydı. Rüzgâr daha yumuşak, gökyüzü daha açık, ışıklar daha sıcak görünüyordu. Oysa doğa değişmemişti değişen sadece Adsila’nın artık aynı şeye farklı bakabiliyor oluşuydu. Bir zamanlar kaçtığı sessizlik, şimdi onun en dürüst dostuydu. Kırıklıklarının içine saklanan ışığı fark ettiğinde, acının bir düşman olmadığını, sadece yön değiştirmek isteyen bir öğretmen olduğunu anladı.
İlk kez hiçbir şey olmak için değil, sadece olmak için burada kalmak istedi. Artık hayatı düzeltmeye çalışmıyordu. Onunla birlikte akmayı seçmişti.
Aşağıdaki kasabadan çıkıp uzak şehirlere gitmek gibi bir planı yoktu. Ama ruhunun gideceği yerler vardı. Ve Adsilaartık sadece dış yolculuklara değil, iç yolculuklara da hazırdı.
Bir defter çıkardı çantasından. Uzun zamandır yazmamıştı. Hep başlamak istemişti ama hep erteliyordu. Çünkü ne yazarsa eksik, ne yazmazsa suskun kalıyordu. Ama artık mükemmel olmaya ihtiyacı yoktu. Gerçeğe sadık olmak, mükemmellikten daha kıymetliydi.
Deftere şunu yazdı;
Kendimi ilk kez, kendim olarak karşılıyorum. Ve bu yeni ben ile çok güzel bir zaman geçireceğim.
O günün akşamı, güneş battıktan sonra Adsila yürümeye başladı. Issız tepeler artık ona yabancı gelmiyordu. Her çiçek, her taş bir işaret gibiydi. Ve yolun nereye çıktığını bilmese de artık o belirsizlikten korkmuyordu.
Belki bir atölye kuracaktı. Belki çocuklara doğa masalları anlatacaktı. Belki sadece yaşayacaktı, kendisi olmaya izin vererek. Ama bildiği bir şey vardı:
Umut, hiçbir zaman ışığın varlığıyla değil, karanlıkta bile yürümeyi seçmekle başlardı.
Ve Adsila yürüdü…
Geçmişini yanında taşıyarak değil, onun içinden ışık çıkararak.
Çünkü bazı hayatlar, yeniden doğmak için önce kendilerini unutmaları gerekirdi.
Ve bazı kadınlar, en parlak ışıklarını en sessiz yerlerde bulur
Işıkla Kapanan
Sabahın ilk ışıkları tepelerin üzerinden süzülürken, Adsila yine oradaydı. Ama bu kez bir arayışla değil, bir varlıkla. Eskiden burada yalnız hissederdi, şimdi ise kendini en çok burada tamamlanmış hissediyordu.
Artık hiçbir yere yetişmeye çalışmıyordu. Zamanla yarışmıyordu. Kendisinden kaçmıyordu.
Kendisiyle yan yana yürümeyi deniyordu. İşte asıl keşif buydu. Ne şehirler, ne insanlar, ne yeni hayatlar. Asıl keşif, insanın kendine sonunda dürüstçe bakabilmesiydi.
Dizlerinin üzerinde doğruldu. Gözlerini kapattı. İçinden bir kadın yükseldi korkularını aşmış, hayal kırıklıklarından anlam üretmiş, geçmişini inkâr etmeden ona yeni bir ses vermiş bir kadın.
O an, içinden geçen cümle belliydi. Ben kimsenin eksik bıraktığı değil, kendi tamamladığım kişiyim dedi.
Gülümsedi, hafifçe başını göğe kaldırdı. Rüzgâr, saçlarını savururken sanki onu kutluyordu.
Doğayla bir değildi artık, sadece doğanın ta kendisi gibiydi. Kökleri derin, dalları esnek, içi ışıkla dolu bir ağaç gibi. Ve evet… Artık ışık da sessizdi. Ama bu sessizlik bir son değildi.
Issız ve sessiz ışıkların sesi…
.jpg)

















YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.