Şükrü Ergün Efsanesi Hayatımı Kendim Boyadım
Şükrü Ergün 1994 yılından bu yana Jotun bünyesinde görev alan, daha sonra ise Jotun Doğu Avrupa ve Orta Asya bölgesinin Enerji, Altyapı ve Bayi Müşteri gruplarından sorumlu Satış Direktörü görevini üstlenen Serdar Puntar’a emanet ederek emekli oldu ve eşi Özlem Hanım’la Bodrum Gümüşlük’teki evine yerleşti.
Daima güleryüzüyle Şükrü Ergün, Jotun’un çok saygın bir temsilcisi olarak yükselirken, hayallerimizde kalan o yıllarda Jotun/Norveç adına Deniz Ticaret Odası Yönetim Kurulu üyelerini Norveç’e davet etmişti. Ben de eşimle bu rengarenk ve unutulmaz seyahate bir deniz ticaret yazarı olarak davet edilmiştim. Bu sayahatte çektiğim fotoğrafların her biri çok değerli anıları ve dostları anlatır.. Kimi artık çok uzaklardadır.
Makaleme; Costa Crociere’e ait Costa Mediterranea ile ulaştığımız Norveç’deki durağımızda bu fotoğraflardan en çok sevdiğim; Şükrü Ergün ve sevgili eşi Özlem Ergün ile olan fotoğrafıyla başlamak istiyorum.
Bir hafta boyunca Kuzey’deki bu uygarlık dünyası denizcilik ülkesi Norveç’te unutulmaz anılar edindik. Fiyordlarda minnacık kayalar üstünde bir ev yaparak yaşamayı sevmiş Norveç’lileri hayranlıkla seyrettik. Jotun’un fabrikasındaki üretimi, daha o yıllarda uyguladıkları ileri teknolojiyi dinledik ve tanık olduk.
Unutmadığım bir anımız da Halim Mete Bey’in Norveç’lilere anlattığı Karadeniz fıkralarıdır.. Şükrü Ergün tercüme etmişti ve o çok ciddi olan sevimli Norveçliler kahkahalarla gülmüşlerdi. Ben Norveçlileri bile nükteleriyle güldüren Halim Mete aynı zamanda bir gönül dostudur.
Şükrü Ergün’ü önce Cerrahoğulları’ndan hatırlıyorum. Fakat ileri yıllarda O’nun ve arkadaşı Onur Koca ile çıktığı yolda hep ilkleri çok iyi hatırlıyorum. Şükrü Ergün daha sonra Norveç’in muhteşem gemi boyası olan Jotun’u Türk gemi inşa sanayiine ve sanayie kazandıran bir isim oldu.
Yıllar yılları kovaladı.. Ve gün geldi Şükrü Ergün ve sevgili eşi Özlem Hanım ile Bodrum’daki evlerine çekildiler. Çocukları büyümüş, evlenmiş, iş güç sahibi olmuşlardı. Torunları da büyümekte idiler..
Bu sene başlarında beni aradı.. Hayat öyküsünü “Hayatımı Kendim Boyadım” başlıklı bir hatıratta anlatmış ve bu hatırat Ceres Yayınları tarafından neşredilmişti. Şöförü ile imzalamış olduğu hatıratını bana yolladı. Kendisine çok teşekkür ederim.
“Yazmak Farz Oldu!” diyordu. Ve başlıyordu anlatmaya; “Kırk beş yıl çalıştıktan sonra bu yıl emekli oldum. Emekli demeyelim de iş hayatını noktaladım diyelim. Nedense “emekli” kelimesi bana ihtiyarlığı çağrıştırıyor. Oysa ki yaşlanmak ile ihtiyarlamak aynı şey değil. Doğanın kanunu yaşlanmayı gerektiriyor. Yaşlanmanın alternatifi de “Ölmek” olduğu için yaşlanmak iyi bir şey diyebiliriz. İhtiyarlamak; beyin, ruhi durum, yaşam gustosu, merak ve çevreyle alakalı bir şey bence. Eğer beyninizi çalıştırıyorsanız, moralinizi yüksek tutmayı
beceriyorsanız, yaşam gustonuzda ve enerjinizde bir azalma yoksa, hâlâ her şeyi merak ediyor ve değişik şeyler öğrenmek istiyorsanız, en önemlisi dostlarınız, arkadaşlarınızla yakın temas içindeyseniz; yaşlanmanın doğal sonucu olarak ortaya çıkan kırışıklara, sağınızda solunuzda oluşan ağrılara, sarkan adalelerinize ve bükülen belinize rağmen siz asla ihtiyar değilsiniz.
Yoğun iş hayatımı sonlandıracağımı bir yıl öncesinden yönetim ekibime ve yakın çevreme bildirdim. Zaten şirket politikamız da bunu gerektiriyordu. Ben yaşlanmasam da demek ki kronolojik olarak yaş haddimi doldurmuşum ve sıra artık yönetimi devretmeye gelmiş. Bu çok doğal ve sağlıklı bir süreç. Özellikle kurumlar açısından bir zorunluluk. Bir sonraki nesle yol açmak, yer vermek için, onları hazırlamak, eğitmek, büyütmek ve zamanı geldiğinde de deyim yerindeyse “Kavuğu devretmek” gerekiyor.
..Emekli olacağımın ilan edilmesinden itibaren herkes “Hayatını ve deneyimlerini yazsana” demeye başladı “Yahu arkadaşlar, ben meşhur biri değilim ki, kim benim hayatımı merak eder?” desem de ısrarların ardı arkası gelmedi.
Biraz düşününce bana bu tavsiyede bulunanların haklı olduklarını fark ettim. Çocukluk, öğrencilik ve iş hayatım Türkiye yakın tarihinin en hareketli dönemlerinde geçmişti. Çocuk yarlarımda ve öğrenciyken askerî darbeler görmüş, ülke ekonomisinin siyasetçiler tarafından nasıl tarumar edildiğine şahit olmuş, bunun doğal bir sonucu olarak da olumsuz yönde gelişen gelir adaletsizliğinin yol açtığı ahlaki çöküşü üzülerek gözlemlemiştim. Bu koşullar altında geçen 65 yıllık hayatımda sayısız tecrübeler yaşadım, başarısızlıklarımdan dersler çıkardım, başarılarımla gururlandım, rol modellerimden çok şey öğrendim, beraber çalıştığım genç arkadaşlarıma yol göstererek ufuklarını açmaya çalıştım. Devamlı çalışarak geçen bunca yılın ardından biriken tecrübe ve alınan dersleri kendime saklamak çok bencilce olacaktı. Velhasıl “Birşeyler” yazmak farz oldu. Ben de 45 yıllık çalışma hayatımda edindiğim tecrübeleri, aldığım acı ve tatlı dersleri, çıkardığım sonuçları belli bir düzen takip etmeden serbest bir tarzda yazmaya karar verdim. Bu kitabı yazmam için beni cesaretlendiren tüm arkadaşlarıma; yazım esnasında engin deneyimleri ile bana fikir verip tavsiyelerde bulunan ve desteklerini esirgemeyen, herbiri birden fazla kitabın yazarı olan sınıf arkadaşlarım, can kardeşlerim Hamza Tığlay’a, Arsen Ceyhan’a, Volkan Karsan’a; Galatasaraylı kardeşlerim Mehmet Karlı ve Cenk Sabah Tuzcu’ya; kuzenim Doç. Dr. Sinan Güler’e; özellikle bıkıp usanmadan sorularıma cevap veren sevgili Nurten Yalçın Erus’a ve sevgili editörüm Sevim Erdoğan’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.”
Şükrü Ergün’ün yaşam öyküsüne bulduğu “Hayatımı Kendim Boyadım” başlığı, derin bir mizah gibidir ve tüm dünya yayıncılık kavramında bir ilktir. Bu eseri ben üç kez okudum..Ve tekrar tekrar karar verdim ki bu eser “Şükrü Ergün Efsanesi” dir.
İsterim ki bu eseri tüm gençler okuyabilsin.. İsterdim ki, bu eser bir Türk Deniz Ticaret dünyası resmî kurumu tarafından sahiplenerek yayınlanmış olsun.
Yine de bu eser topluca belirli sayılarda satın alınarak örneğin Piri Reis Üniversitesi öğrencilerine ve diğer denizcilik okulları armağan edilebilir..
Bu eserin daha yaygın duyulması adına Şükrü Ergün’ün hatıratı hakkında yazmak istiyorum; Şükrü Ergün çocukluk yıllarına “Masumiyet Çağı” diyor ve anlatıyor ki; “Okuma yazma bilerek başladığım birinci sınıfta, sanırım herkesten farklı olmamak için solak olduğumu saklamaya çalışıp sağ elle yazmaya karar verince birdenbire sınıfın en başarısız öğrencileri arasında buldum kendimi.”
“1958 yılında Aksaray Küçük Langa’da doğdum. Babam Emniyet Müdürlüğü’nde başkomiser, annem ise polis memuruydu. İlkokula 1964 yılında şimdiki adı Mahmudiye İlköğretim Okulu olan Aksaray Deneme İlkokulu’nda başladım. ..O yıllarda Kurtuluş Savaşı gazilerinin çoğu orta yaşlarında oldukları için Osmanlı’nın son dönemi, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet’in ilanı ve ilk yılları hakkında kendilerinden çok yararlanmıştık. İlkokulun ilk iki yılı dışında oldukça başarılı bir öğrenciydim. Okuma yazma bilerek başladığım birinci sınıfta, sanırım herkesten farklı olmamak için solak olduğumu saklamaya çalışıp sağ elle yazmaya karar verince birdenbire sınıfın en başarısız öğrencileri arasında buldum kendimi. Olay, annemin öğretmen tarafından görüşmeye davet edilmesiyle ortaya çıktı. İlk dönem bitmiş, ben pekiyisi az, iyi ve orta dolu bir karne getirmiştim. Sol elimle yazmaya başlayıp normale dönünce herkesten farklı olmanın o kadar da kötü bir şey olmadığını anlamaya başlamıştım. Üçüncü sınıf normalleşmeye başladığım yıl oldu. Dördüncü ve beşinci sınıflarda artık başarının tadını almıştım.”
Şükrü Ergün Hatıratı’ndaki bir ara başlıkta “İnsanlar senin ne giydiğine bakar!” diye yazmış ve şöyle anlatıyor; “1924 yılında Rize’de doğan babam dört yaşındayken, babaannemin ısrarlarına dayanamayan dedem aileyi toplayıp İstanbul’a göç ederek Anadolu Kavağı’na yerleşmiş. Ben, dokuz kardeşin yedincisi olan babamın kardeşlerinden üç halamı ve iki amcamı tanıdım. Beykoz Ortaokulu ve Kabataş Erkek Lisesi’nde okuyan babam bir süre de Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümüne devam etmiş. II. Dünya Harbi yıllarında işsizlikten bunalan babam, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye mektup yazarak kendini tanıtıp, ailesini geçindirmek zorunda olduğunu söylemiş ve iş bulamadığı için yardım istemiş. Bir süre sonra eve gelen polisler babamı karakola davet etmişler. Götürüldüğü karakolda karakol amirine suçunun ne olduğunu soran babam, “Sen Reisicumhur’a mektup yazmışsın” cevabını alınca sinirlerine hakim olamayarak, “Böyle suç olmaz” diye bağırmaya
başlamış. Komiser zor sakinleştirdiği babama, “Evladım tabii ki suç değil, iş istiyormuşsun, seni polis yapıyoruz” demiş. Babam da böylece kişiliğiyle hiç uyuşmayan bir mesleğe intisap etmek zorunda kalmış; nitekim babacığımın kalbi karakter ve iş uyumsuzluğuna 55 yaşına kadar devam edebildi.
..Babam giyim kuşamına çok dikkat eder, her zaman çok şık giyinirdi. Ben de babamı örnek aldığımdan giyim kuşamıma hep özen gösterdim.
Onassis’in hayatının anlatıldığı bir kitapta ünlü Yunan armatörün kariyerinin başındaki gençlere verdiği iki öğüdü hiç unutmadım. Onassis gençlere, “Her zaman iyi giyinin, birkaç tane vasat elbise yerine çok kaliteli bir tane elbiseniz olsun, zira sizi tanımadan insanlar önce görünüşünüze göre karar vereceklerdir. Tek oda dahi olsa iyi bir semtte oturun, zira insanlar sizi tanımadan oturduğunuz semte göre değerlendi receklerdir” diyordu kitapta.
Bir iş için ofisinde ziyaret ettiğim Yunanistan’ın büyük armatörlerinden Dion Vlahos beni yemeğe davet etmişti. Görkemli ofisinden çıktıktan sonra kendi kullandığı eski model bir Peugeot 504’e bindik. Arabaya nasıl baktıysam, “Şükrü” dedi, “Ben Dion Vlahos’um, ben bu arabayı kullanırsam insanlar bana eksantrik adam, sen kullanırsan fakir derler. Sen biraz para kazanıp tanınana kadara iyi giyinecek ve iyi arabalar kullanacaksın.” Öyle de yaptım. Beraber çalıştığım gençlere de aynı öğüdü verdim hep. Yönetim ekibimdeki umut vadeden gençlerin kıyafetleriyle yakından ilgilendim, onları alışverişe götürdüm, ilişkilerimi kullanıp taksitle kaliteli saatler almalarına aracılık ettim, saatler hediye ettim, kullanacakları şirket arabalarının çok güvenli, sağlam ve beğenilen araçlar olmasına özellikle dikkat ettim. Zira bu gençler gittikleri yerlerde şirketi temsil ediyorlardı ve girdikleri ortamlarda kendilerine güven meleri, kimseden, özellikle müşterilerden aşağı olmamaları benim için çok önemliydi.
İstanbul doğumlu olan annem Sevim, “Küçük Paris” dediği ve her zaman çok sevdiği Samatya’da büyümüş. Üçü kız, ikisi erkek beş kardeşin hayatta kalan sonuncusu. Yatılı okuduğu Çamlıca Kızlisesi’nden sonra başladığı Hukuk Fakültesi’ni ikincisı sınıfta bırakıp Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’ne geçmiş. Üniversitede okurken dedemin tavsiyesiyle İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde “Muamelat memuru” olarak işe girmiş, hem okumuş hem de çalışmış.
Şükrü Ergün “Dolu Dolu Bir Çocukluk” yaşadım diyor ve devam ediyor; “..Galatasaray Lisesi, hayatımın şekillenmesinde çok önemli bir yer tutar. Hafta sonları Kavak’a gitmek için Köprü’den bindiğimiz vapur Kuruçeşme’den geçerken gördüğüm o küçcük adanın Galatasaray Adası olduğunu öğrendiğimde dört beş yaşlarındaydım ve sonunda Galatasaraylı oldum.
..Bir yaz günü Galatasaray Lisesi’nin görkemli kapısından, ilkokulu da aynı sınıfta okuduğumuz sevgili kardeşim Hamza Tığlay ile birlikte girdik ve peşpeşe kaydolduk. O günden sonra âdeta isimlerimiz kadar benimseyeceğimiz okul numaralarımız da peşpeşe olunca lisede o Fen, ben Edebiyat bölümünü seçene kadar aynı sınıfta okuduk. ..Edebiyat’ı seçtiğim için asla pişman olmadım. O yıl çok eğlendim. Fransızca, Fizik ve Matematik favori derslerim olduğundan özel ilgi göstererek çok da iyi öğrendim o dersleri. O kadar ki Boğaziçi’ne Mühendislik Fakültesi’nde başlayan ve sonradan eşim olacak Özlem’e ilk sene Matematik ve Fizik dersini ben çalıştırdım.
..Galatasaray Lisesi’nden mezun olalı kırk yedi yıl geçti. 1969 yılında okula başladığımız günden beri birlikte olduğumuz arkadaşlarımızla kırk yedi senedir aynı hatıraları sıkılmadan anar, aynı şevkle güleriz.”
Şükrü Ergün bir ilan görür. Bu ilanda AFS’nin (American Field Service) lisenin son sınıfını Amerika’da bursla okuyacak öğrencileri seçmek için yazılı ve sözlü imtihan yapacağı, katılmak isteyenlerin nasıl müracaat etmeleri gerektiği yazmaktadır.. Şöyle anlatır; “AFS imtihanına girenlerden ben ve bir de yine Galatasaray’dan alt dönemden Suna Üst ile Zümrüt Atlamaz başarılı olmuştu. Sonuçlar ilan edildikten sonra rutin aile ziyaretleri yapıldı. Mayıs ayı ortalarında New England bölgesindeki Massachusetts eyaletinin başkenti Boston’un 35 mil güneyindeki Marshfield isimli bir sahil kasabasına gidiyorduk. O yazı heyecan içinde türlü hayaller kurarak geçirdim. Bir bilinmeze gidiyordum ve üstelik İngilizce bilmeden. 18 Ağustos’ta hepimizi Caddebostan Kız Kampı’na topladılar. İki gün sürecek bu oryantasyon kampında bizi gideceğimiz ülkenin kültürü, günlük yaşam ve gelenekleri hakkında bilgilendirmek amacıyla yapılan bu kamp aynı yıl gidenlerin de birbirini tanıyıp kaynaşmalarına vesile oluyordu. Kayıtlar yapılıp kalacağımız yerlere yerleştikten sonra, herkesin bir arkadaş seçmesi ve tanışması söylendi. Tanışma faslından sonra herkes seçtiği arkadaşını gruba tanıtacaktı. Birara ortalık bir anda karıştı, ben kenara çekildim ve olan biteni seyretmeye başladım; sağa sola seğirtenler, tam birine yanaşırken başka biri tarafından davet edilenler, kararsızlar, belli birinin peşine düşenler seyretmesi çok hoş bir sahne oluşturuyordu. Ben seyre dalmışken birden herkesin bir arkadaş bulup konuşmaya başladığını fark ettim. Bahçenin bir köşesinde bir kız, benim gibi tek başına dikiliyordu. Mecburen yaklaştım, “Sadece ikimiz kaldık galiba” dedim. “Öyle oldu” diye cevap verdi. Birbirimize kendimizi tanıtmaya başladık; ismi Özlem’di, İzmirliydi ve İzmir Özel Amerikan Kız Koleji’nden seçilmişti. O da benim gibi folklorcuydu, Amerika’nın güney eyaletlerinden Arkansas’a gidiyordu. Annesi eczacı, babası mühendisti ve bir küçük kız kardeşi vardı. Ödemiş’te yaşıyorlardı, o da benim gibi yatılı okuyordu. Özlem; gülen gözleri, yüksek enerjisi, parlak zekâsı ve espri anlayışla beni çok etkilemişti. Tabii ki iki gün boyunca peşini bırakmadım, punduna getirip uçakta da yanına oturdum. İstanbul’dan Amerika’ya kadar uyumadan konuştuk. İndiğimizde artık elele tutuşuyorduk. New York yakınlarında Long Island’daki CW Post College’ın yerleşkesinde iki gün misafir edildik..
Şükrü Eregün Paris’te de öğrenim gördü ve dönüşte çok iyi bir not ortalaması getirdiği için Boğaziçi Üniversitesi’ne kabul edildi. Amerika’ya lise ikide gittiği için Şükrü Ergün üniversiteye başladığında son sınıfı okuyup liseyi Türkiye’de bitiren Özlem de üniversite imtihanından çok iyi bir puan alarak Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’ni kazanmıştı. Şöyle anlatıyordu; “Eylül’de okul açıldı, ben bir şekilde yurtta kendime yer buldum, benden eski AFS’liler, sonradan iş ortağım olacak Onur Koca ve çok sevgili kardeşim Esen Kural, yurt odasındaki ranzaya kaçak kat çıkarcasına üçüncü katı ekleyerek bana yer açtılar. Özlem de yurtta kalıyordu. Herşey mükemmel giderken Şubat ayında kalp krizi geçiren babam vefat etti ve dünyam yıkıldı. O dönemi başta Özlem olmak üzere arkadaşlarımın desteğiyle atlattım. O kâbus gibi günlerde Galatasaray’dan bir dönem büyüğüm, Boğaziçi’nde sınıf arkadaşım Levent Erden sayesinde ABD Konsolosluğu’nda işe girdim, öğrenci asistanlık yaptım ve özel ders verdim.
Şükrü Ergün’ün Oslo’da geçen ünivesite yılları da vardır; Norveç’te gemi işletmeciliği alanında eğitim görmeleri için burs sağlayan Nuri Cerrahoğlu sayesinde Şükrü Ergün “Shipping Management” (Gemi İş letmeciliği) konusunda bir yıllık eğitim veren ve Norveç devletince fonlanan ve sadece sektörde belli bir tecrübesi olan adayları kabul eden bir yıllık“Det Norske Shipping Akademiet” de bir eğitime katılmıştır. Der ki; “Bize burs veren Cerrahoğulları şirketinin sahibi rahmetli Nuri Cerrahoğlu nasıl başardıysa bizi okula kabul ettirmişti. Tamamen yabancı bir konuda eğitim görmek, konuyu bilen diğer öğrencilerden geri kalmamak için çok çalışmayı ve konuyla ilgili okul dışı kitaplar okumayı gerektiriyordu. Ayrıca Nuri Cerrahoğlu Bey’in ayarladığı dünyanın en büyük chartering ve brokerage şirketi Fearnleys and Eager’da okuldan sonra staj yapıyorduk. Bizden başka diğer öğrencilerin bildiği işin pratiğini öğrenmek için iyi bir fırsattı.
..Norveç’te geçen eğlenceli ve çok verimli bir yılın sonunda Türkiye’ye döndük. Tayfun Çöğendez armatör oldu, Ahmet Korman denizcilik sektöründe üst düzey görevler yaptı, şimdilerde danışmanlık yapıyor. Ben de boyacı oldum.
Hatıratındaki bir ara başlık “Özlem’le Bir Ömür”..
Şöyle anlatır; “Özlem’den anneanneme de bahsetmiştim. Anneannem bir gün odama geldi, koynundan bir miktar para çıkardı, ‘Okullar açılınca git bu parayla yüzüklerinizi al, bu kızı kaçırma’ dedi.”
Yaşamın, yapılan seçimlerle şekillendiğine inanırım. Seçtiğiniz arkadaşlar, meslek, eş, okul vs. hayattaki başarınızı belirler. Doğru seçimler başarı ve mutluluk getirirken yanlış seçimlerin bedeli ağır olur. Hayatta yapılan en önemli seçimin de eş seçimi olduğuna inanırım. Doğru eşi bulan taraflar elele başarıyı, mutluluğu ve huzuru da bulurlar. Ne mutlu bize ki 16 ve 18 yaşlarında tanışıp hemen de seçimimizi yapmışız. Düşünüyorum da o yaşta verilen kararın isabetli olma olasılığı çok düşük olmasına rağmen şans lehimize çalışmış. Anneme ve babama Özlem’den bahsetmiştim, babam Özlem’i tanımadan sevmiş ve benimsemişti bile.Bir haftalık bir tatil için Türkiye’ye geldiğimde ikinci akşam babam eve elinde bir uçak biletiyle geldi ve “Yarın İzmir’e git ve bu kızı kaçırma, otel parası veremiyorum, bir arkadaşında kalırsın” dedi. Ertesi gün uçarak İzmir’e gittim ve Alsancak Cumhuriyet Meydanı’nda otobüs beklerken Özlem’e evlilik teklif ettim. Hayatta neredeyse yaptığım her şey gibi evlilik teklifim de sıradışı oldu.
Özlem’e, “Galatasaraylı olursan sana bir teklifim var” dedim. O da, “Ne teklifi?” diye sordu. “Evlilik” diye cevap verince, “Şu anda Galatasaraylı oldum!” diyerek teklifimi kabul etmiş oldu. Ben on dokuz yaşındaydım, Özlem ise on yedi yaşındaydı.
6 Ekim 1978 günü Özlem’le Mısır Çarşısı’nın girişindeki bir kuyumcudan alyanslarımızı aldık ve nişanlandık. Boğaziçi Üniversitesi’nin Mühendislik Bölümü’nü kazanan ama daha sonra mühendisliği sevmediğini farkeden Özlem, benden bir yıl sonra 1982 yılında Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Psikoloji Bölümü’nden üstün başarıyla mezun oldu. Aynı yılın eylül ayının başında evlendik. Özlem Sosyal Psikoloji alanında yüksek lisans yapmaya başladı. Lisans ve yüksek lisans döneminde o da benim gibi özel ders veriyor ve bir yandan Prof. Dr. Çiğdem Kâğıtçıbaşı’nın asistanlığını yapıyordu.
3 Eylül, Ödemiş’in düşman işgalinden kurtulduğu gündür ve Ödemişliler için çok önemlidir. O gün ilçede resmigeçit düzenlenir ve kutlamalar yapılır. O tarih aynı zamanda bizim evlenme tarihimiz olduğu için evlilik yıl dönümümüzü her yıl tüm Ödemiş halkıyla beraber kutlarız.
Özlem benim hayattaki en büyük şansım ve en doğru seçimim oldu. Hayat yolculuğumuzda, bir güven abidesi olarak, arkamda değil, her zaman yanımda oldu. Her şeyi elele beraber başardık. Kendini alanında ülkenin en başarılı iş kadınlarından biri konumuna getiren harika bir kariyer yaparken iki oğlumuzu da mükemmel yetiştirdi. İlk oğlumuz Kerem’in doğumundan hemen sonra, henüz lohusa yatağında yatarken ve maaşımdan başka hiçbir gelirimiz yokken, “Özlem, ben istifa ettim, iş kuracağım” dediğimde bile milim sarsılmadı, sadece sütü kesildi!
Nuri Cerrahoğlu’nun Yanında…
Robert Kolej mezunu ve Amerika’da nakliyecilik konusunda eğitim görmüş olan Nuri Bey, vizyon ve anlayış bakımından o yıllarda Türkiye’deki rakip ve meslektaşlarından çok ilerdeydi. Bu nedenle Nuri Bey kendini diğer armatörlerle aynı ligde görmez, aralarına karışmaz, sektör toplantılarına bizi gönderirdi. Nuri Bey, son derece sıradışı, nevi şahsına münhasır, etkileyici, karizmatik, mavi gözlerinden zekâ fışkıran, her zaman, her ortamda yüksek sesle konuşan, çabuk sinirlenip çabuk sakinleşen, hareketleri önceden tahmin edilemeyen bir patrondu. Nikâh törenimize gelmiş, herkesle beraber tebrik kuyruğuna girmişti. Bugün bulunduğum noktadan geçmişe bakınca liderlik, girişimcilik, vizyon sahibi ve patron olma konularında ondan ne kadar çok şey öğrendiğimi görüyor ve babacan patronum, rol modelim Nuri Bey’i rahmetle anıyorum. Nuri Bey gibi bir patronla çalışınca hergün yeni bir şey öğreniyor, çok da anı biriktirmiş oluyordunuz. Norveç’teki eğitim bitince Türkiye’ye dönmüş ve Cerrahoğulları şirketinde çalışmaya başlamıştım. O sırada şirket Taksim’deki eski ofisten Gayrettepe’de yeni yapılan Pamukbank Genel Müdürlük binasının en üst katındaki yeni ve çok şık bir şekilde dekore edilmiş kendi ofisine taşınmıştı. Her çağrılışımızda tatlı bir korkuyla karışık heyecanla gittiğimiz Nuri Bey’in odası, benim o zamana kadar gördüğüm en büyük oda olmanın yanı sıra, Nuri Bey’in bizlere hayat dersleri de verdiği bir sınıftı. “
Şükrü Ergün’ün hatıratından bir başka sayfaya geleceğim; Onur Koca ile bir firma kurmuşlardır.. Şöyle anlatır; “Hayatımızda çok zor ve acı bir dönem başlamıştı, o ara tek gelir kaynağımız Özlem’in asistan maaşı ve verdiği özel derslerdi. Kirada oturuyorduk ve Kerem iki yaşındaydı. Her sabah Onur Koca ile buluşup ofise gidiyor ve ne yapacağız, nasıl yapacağız diye kafa patlatıyorduk. Onur’un çocuğu yoktu ve karısı çalışıyordu. Yani durumu bize göre daha iyiydi. Ay sonu kirayı ödeyemeyeceğimiz için de ofisteki son bir ayımızdı. Onur’la şirketten alacaklıları arayarak durumu anlattık, borcumuzu ödemek için süre istedik ve ikimiz de iş aramaya başladık. Planımız, maşlarımızla evi geçindirip akşamları de özel ders vermek ve o parayla borçlarımız tasfiye etmekti.
Jotun Bayisi Oluyoruz
Çok sevdiğim bir söz vardır: “Niyeti hâlis olunca kişinin, akıbeti hayır olur her işinin.” Bu sözü bir hat levha olarak ofisimdeki diğer hat levhalarla birlikte yıllarca hep gözümün önünde tuttum ve çok doğru bir söz olduğuna defalarca şahit oldum. Şubat ayının başında ofiste karakara düşünürken telefon çaldı. Temsilciliğini yaptığımız yedek parça şirketinin Genel Müdürü Fred Morris arıyordu. Bir arkadaşı Türkiye’de bazı işler yapmış ve parasını alamıyormuş, kendisiyle tanışıp mümkünse yardımcı olmamızı rica ediyordu. Tam anlamıyla, “Kendisi muhtacı himmet bir dede, nerede kaldı gayrıya himmet ede” durumundaydık. Yine de bize iyiliği dokunmuş bu yaşlı İngiliz dostumuzu kıramazdık. Bahsettiği arkadaşını akşam kaldığı otelde ziyaret ettik. Wolfgang Ziegler, dünyaca ünlü deniz boyaları üreten Norveç şirketi Jotun’un ihracat müdürüydü. Türkiye’de boya sattığı yeni armatörlerden birinden tahsilat yapamıyor ve bir yardımımız olup olamayacağını soru yordu. Ofisin adresini verip ertesi gün buluşmaya ve durumu değerlendirmeye karar verdik. Konuyu Galatasaray’dan bir avukat ağabeyime danıştım; şirketin ve geminin adını, fatura ve imzalı irsaliyelerin kopyasını istedi. Kısa bir araştırma sonucu, boya ikmali yapılmış olan tankerin yüklü bir şekilde Süveyş Kanalı’ndan kuzeye geçmek için sıra beklediğini öğrenen Yalçın Çakalır Ağabey hemen şirketi aramış. Jotun’un avukatı olduğunu ve 90.000 dolar borcun hemen ödenmemesi durumunda gemiyi Süveyş’te tutmak için talimat aldığını bildirerek blöf yapmış. Yüklü bir tankerin kanalda tutulmasının çok büyük masraflara yolaçacağımı bilen şirket 90.000 doları anında ödedi. Çok şaşıran Mr. Ziegler teşekkür için o akşam bizi yemeğe davet etti ve yemekte Jotun’un Türkiye temsilciliğini önerdi. Danıştığım hukukçu ağabeyim, bir süre önce kaybettiğimiz, Deniz Hukuku profesörü, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin eski dekanlarından, o tarihte doktorasını bitirmek üzere olan Yalçın Çakalır’dı. Uzun yıllar bu olaya birlikte güldük.
Mr. Ziegler ertesi sabah gitti. Biz de ay sonu ofisi boşaltmak için toparlanmaya başladık. İki üç gün sonra kurye servisi kanalıyla Mr. Ziegler’den bir zarf aldık. Bizi Jotun’un Türkiye temsilcisi olarak gösteren, imzalanmış ve isimlerimize imza yeri açılmış bir kontrat göndermişti. Onur, “Çok kibar bir hareket ama biz bu işi hiç bilmiyoruz ki, mahcup oluruz” dedi. Ben de ona hak verdim ve kontratı bir köşeye attık. İki gün sonra Mr. Ziegler aradı, kendisine teşekkür ederek kararımızın kesin olduğunu söyledik. O da, “Son bir ricam daha olacak, bari onu yapın” dedi. Jotun o zaman STFA grubuna bağlı Sedef Tersanesi’nde 7.000 Dwt’luk Şahin ve Kartal isimli iki yeni inşa projesine teklif vermiş ve olumsuz cevap almış. Nedenini öğrenmek istiyordu. Telefonla yapılacak basit bir işti, Sedef Tersanesi’nin santralini aradım ve kendinden emin bir sesle genel müdürle görüşmek istediğimi söyledim. Santral memuru, “Sekreterine aktarıyorum” dedi, telefon uzun uzun çaldı. Ben tam kapatmak üzereyken bir erkek cevap verdi, genel müdürle konuşmak istediğimi söyledim. Sanırım sekreter hanım bir nedenle masasında olmadığı için genel müdür açmıştı telefonu. Meramımı kısaca anlattım ve olumsuz cevabın nedenini sordum. Müdür bey son derece açık ve samimi bir şekilde Jotun’u Libya’daki şantiyelerinden çok iyi tanıdığını ve başta tercihlerinin Jotun olduğunu ancak yüzde iki civarında bir indirim taleplerine cevap alamayınca vazgeçtiklerini söyledi. Ben de bunun muhakkak bir yanlış anlaşmadan kaynaklanmış olabileceğini, eğer kabul ederlerse yüzde beş indirim yaparak kendimizi affettirmek istediğimi söyledim. Bir anlık sessizlikten sonra, “Yazılı olarak teyit edin, iş sizindir” dedi. Telefonu kapatıp hemen Mr. Ziegler’i aradım, böyle bir inisiyatif aldığımı, uygun değilse kendilerini bağlayan bir durum olmadığını söyledim, teşekkür etti ve konuşma bitti. Ofisi boşaltmamıza birkaç gün kala Akbank’ın Taksim civarındaki bir şubesinden telefon geldi. “Feyzi Onur Koca ve Recep Şükrü Ergün” adına bir havale olduğunu söyleyerek nüfus kâğıtlarımızla anılan şubeye gelmemizi söyleyen bir hanım, tutarı sorduğumda telefonda bilgi veremeyeceğini ve şahsen gelmemiz gerektiğini söyledi. Onur’a göre herkese borçlu olduğumuz ve dahası kimseden alacağımız olmadığı için biri bizimle dalga geçiyordu. Özlem’in tanımlamasına göre, “İflah olmaz bir iyimser olan” ben ise, “Nasıl olsa yapacak başka işimiz yok, gidelim, bir şey çıkmazsa da Lâle’de güzel bir işkembe içeriz!” diyordum. Gittik… Evet, Jotun, Sedef işini almış ve bize de 15.000 dolar komisyon göndermişti. Parayı tahsil edip panik içinde ofise koştuk. O kargaşada ikimiz de kontratı nereye tıktığımızı hatırlamıyorduk. Neyse kontratı bulup hemen imzalayıp geri gönderdik. Jotun maceram böyle başladı.
Onur’un kayınpederi Melih Amca’nın Taksim Lamartin Caddesi’nde kullanmadığı bir ofisi varmış. Orayı şirket merkezimiz yapmaya karar verdik. Borçlarımızı ödedikten sonra elimizde kalan az bir parayı da Dolapdere’deki Bitpazarı’ndan aldığımız mobilyalara harcayınca elimizde para kalmadı ama potansiyeli olan bir işimiz vardı ve borçlarımızı ödemiştik…
Jotun’daki yaşamı 25 yıl olan Şükrü Ergün şöye anlatır; “2000 yılına yaklaşırken işler büyüyor ama kapasite yeter siz kalıyordu. Yeni yatırım için sermaye artırımı gerekliydi ama bu sefer 10-15 milyon kron gibi mütevazı rakamlar değil, ciddi sermaye gerekliydi. Biz, “Evet” demedikçe sermaye artırılamıyor, bizde de öyle bir para olmadığı için “Evet” diyemiyorduk. Son derece kibar insanlar olan Norveçliler bu durumu dillendirmiyor ancak aradabir, “Büyümemiz lazım!” diyorlardı. Kendi ellerimizle kurduğumuz şirketin yatırım yapılmazsa emekleme evresinden koşma evresine asla geçeme yeceğini görüyor ve çok üzülüyordum. Onur’la kafa kafaya verdik ve gerekli yatırımı yapmayı taahhüt ederlerse Jotun’a hisselerimizi satmayı teklif etmeye karar verdik. Jotun bu teklifimizi en az beş yıl şirkette çalışmayı taahhüt edersek kabul edebileceğini söyledi. Hesaplar yapıldı, hisselerimize değer biçildi, el sıkışıldı ve yeni milenyuma ortağı olduğumuz şirketin çalışanı olarak girdik. Beş yıl taahhüt etmiştim ama hisse devrinden sonra yirmi beş yıl daha çalıştım. Daha önce de belirttiğim gibi, boya satmak dünyanın en eğlenceli işi değil, aslında hiçbir işin salt iş olarak eğlenceli olabileceğine inanmıyorum. Önemli olan, çalışanların beraber olmaktan mutlu olduğu bir ortam yaratarak çalışırken eğlenebilmeyi becermek. Sanırım bu, benim iyi yapabildiğim bir şey. Zira çalışırken çok eğlendik, bu sayede insanlar işe şevkle, güler yüzle geldi, verimliliğimizle birlikte birbirimize duyduğumuz güven arttı ve başarı geldi. Tabii bu yöntemi benimsemeyen, ‘Sadece işimi yaparım, kimseyle samimi olmam, iş yeri eğlence yeri değildir, ciddiyet gerekir, her hata yapan hak ettiği cezayı görmelidir!’ fikrinde olan elemanlar da olmadı değil. Onlar da şirkette odalarında kapalı kapıların ardında 09.00-17.00 arası mesailerini yapıp kimseyle muhabbet kurmadan yıllarca çalışıp unutulup gittiler. Hayatta mutlu olmak da mutsuz olmak da geleceğe umutla bakmak da her işte karanlık bir nokta arayıp mutsuz olup mutsuzluk yaymak da bir tercih meselesi. Ne mutlu bana ve çalışma arkadaşlarıma ki biz işte başarıyı da mutluluğu da yakalayabildik.
..Jotun dünyada reorganizasyon yaptıktan sonra belli bir bölgeden sorumlu başkan yardımcısı olunca yılda iki kere de bölge toplantıları yapmaya başladım. Sonra bu ülkelere çok sık gittiğimi ve işleri birebir takip ettiğimi fark edince bu toplantıları da kaldırdım. Şirkette her bölüm müdürü istediği yöntemde toplantı yapmakta serbestti. Ben ise yönetim ekibime her sabah odamda çay kahve ikram ederek sohbet toplantıları yapardım. Son derece rahat bir ortamda güncel olayların yanısıra daha önce saptadığım konular üzerinde belli bir formata bağlı kalmaksızın yapılan bu fikir teatileri sonucu her bölüm bir diğerinin yaptığından haberdar oluyor, var olan sorunlara ortak akılla çözümler üretilebiliyor, bölümler arası sinerji yaratılıyordu. Çoğu zaman kahkahalar içinde geçen bu 1-1,5 saatlik gayriresmî toplantının verimi, tecrübelerime göre, gün boyu süren sıkıcı toplantılardan çok daha fazla oluyordu.
..Bana gelen yazılı raporları okuyor ve konuyu anladıktan sonra uzun uzun en az beş altı paragraf olarak yazılmış raporu bir paragrafta özetliyor, yazana geri gönderiyor ve bir sonraki raporunu bu şekilde beklediğimi belirtiyordum. Tabii bu çok kolay bir şey değildi. Ama ben vakit ayırıp onların yetişmesi için çalışıyorsam onlar da çaba göstereceklerdi. Bu konu imlâdan daha çok zorladı arkadaşları.
Yıllar geçiyordu.. Değişik ülkelerde yapılan şirket içi toplantılara katılanlar arasında en genç ben oluyordum. Hatta o kadar ki bazı meslektaşlarımın benden büyük çocukları vardı. Bir süre sonra toplantılarda benden yaşlı olanlar birer birer azalırken yaşıtlarım çoğalmaya başladı. Bir gün hayretle gördüm ki toplantıya katılanlar arasındaki en yaşlılarından biri benim. Aynı durum Türkiye’deki şirketimizde de ortaya çıktı. Aramıza yeni katılan arkadaşlarımızın oğullarımdan daha genç olduklarını fark ettiğimde ben de şirketin yaş ortalamasını yükselten en yaşlı eleman haline gelmiştim. Tabiat kanununa karşı yapılacak bir şey yok, ancak baş döndürücü bir süratle gelişen teknoloji ve iletişim kanalları sayesinde küçülen dünyada kuşaklar arası farklılıklar bariz hâle geliyor; davranış şekilleri, anlayışlar ve değer yargıları hızla farklılaşıyor. Oldukça geniş bir tarih aralığında dünyaya gelip yetişen biz “Baby boomer”ların, X, Y, Millenia, Alfa kuşaklarıyla beraber çalışabilmek için bir çaba göstermemiz gerektiğini düşündüm. Bu gençlerin hayata bakışları, hayattan beklentileri, motive oldukları konular bizlerden çok farklıydı. Bu farklılıkları öğrenip içselleştirmeden de onları yönetmek, yetiştirmek mümkün olmayacaktı. Başta ben olmak üzere, bu gençlerin yönetmeni durumundaki tüm yönetici arkadaşların bu konuda bir uzman tarafından bilgilendirilmelerinin şart olduğuna karar verdim. İK departmanındaki arkadaşlar iyi bir araştırma yaparak konu üzerinde bilimsel çalışmaları yanısıra yayımlanmış kitap ve makaleleri olan bir uzman buldular ve bize konu hakkında seminer vermek üzere davet ettiler. Büyük bir otelde toplanarak bütün bir gün boyunca X ve Y kuşaklarını tanımaya çalıştık. Konuşmacıyı dinledikçe kuşaklar arası farkların nekadar derinleştiğini hayretle gördük. ..Kuşaklar arasındaki farklılaşma 1970’lerden sonra geometrik olarak artmıştı. Bu şartlar altında gençlerin bizlere uyum sağlamasını beklemek abesle iştigal olacağından mümkün olduğunca bizlerin onları anlamaya çalışmamız ve iletişim kanallarını tamamen açık tutmamız gerekiyordu. Her yıl haziran ayının sonunda Norveç’te yapılan ve sadece genel müdürler, başkan ve başkan yardımcılarını katıldığı ve şirket stratejilerinin tartışıldığı üst düzey toplantıda bu konuyu gündeme getirdim. Hayretle gördüm ki kimse bu potansiyel yönetimsel tehlikenin farkında değilmiş. Öncülüğünü Türkiye olarak bizim yaptığımız, “Yaşlıları eğitme seferberliği(!)” örnek oldu ve standart İK eğitimleri arasında girdi.
..Liderlik vasfının kişinin bir karakter özelliği mi, yoksa çalışarak elde edilebilen bir haslet mi olduğu yıllardır tartışılır. Ben tecrübelerime dayanarak karakterinde liderlik özellikleri taşımayan bir kimsenin ne kadar eğitilirse eğitilsin asla lider olamadığını yaşayarak gördüm. Öte yandan var olan liderlik vasıflarını etkin olarak kullanma eğitimi almamış kişilerin de etrafını kırıp döktüğüne ve saygıyı otorite kullanarak sağlamaya çalıştıklarına şahit oldum. Liderlik ile yöneticilik çoğunlukla karıştırılan iki kavramdır. Yöneticilik eğitimle öğrenilebilirken, liderlik doğuştan gelen bir yetenektir. Fark yaratanlar, yöneticilik eğitimi almış doğal liderlerdir.
2020 yılının Mart ayında pandemi başlayıp ülke ekonomisi durma noktasına gelince yönetim ekibimle kafa kafaya verip bir yol haritası çizdik. İlk iki ayın sonuçları olağa nüstü iyi olduğundan mali olarak önümüzdeki altı ay idare edebilecek durumdaydık. İlk iş, üç değişik senaryoya uygun bir mali tablo hazırladık, her senaryoya uygun yol haritamızı belirleyip Norveç’e gönderdik. Panik içinde olan genel merkezin aklına gelen tek çözüm personel çıkarmaktı. CEO’yu arayarak kesinlikle personel çıkarmayacağımı, gerekirse ücretlerden indirim yapacağımı, yapılması gerekenin değişik senaryolara göre yol haritaları hazırlamak olduğunu, her şirketin de ona göre hareket etmesi gerektiğini söyledim ve hazırladığımız senaryoları gönderdim. Fikrimi makul bulan CEO aynı yönde bir talimat yayınladı. Evlere kapanmıştık. Ben Birgi’de kurduğum çalışma ortamından işleri idare etmeye çalışıyor, her gün düzenli olarak yönetim ekibi, pazarlama ekibi, satış ekibi, satın alma, üretim ve AR-GE ekipleriyle toplantılar yapıyor, durumu kontrol altında tutmaya çalışıyordum. İşler de fena gitmiyordu. Bu gibi durumlarda moral faktörü çok önemlidir. Moral düşerse motivasyon düşer, motivasyon düşerse zaten her şey biter. İlk olarak çalışma arkadaşlarımızın morallerini yüksek tutmak için İnsan Kaynakları Direktörü Şükran (Aytun) bazı önerilerle geldi. Sanal ortamda düzenlenecek sohbet toplantıları, happy hour içki sohbetleri, online rakı sofraları, arkadaşlarımızın hazırlayacakları skeçler, satış müdürlerinden Nazmiye’nin (Olgun) vereceği yoga dersleri, bir beslenme uzmanının vereceği online diyet danışmanlığı, yine online psikolojik danışmanlık hemen uygulamaya başladığımız bazı etkinliklerdi. Bu arada bizimle rakiplerimiz arasındaki en büyük farklardan biri bayi organizasyonumuzdu. Rakiplerimizin ülke çapında binlerce bayisi varken bizim sadece 430 bayimiz vardı. Ancak özenle seçilmiş ve eğitilmiş olan bu bayilerimizin herbiri tek tip dekorasyonlarıyla bir küçük Jotun dükkânı hüviyetindeydi. Şirket içinde yarattığımız aile ortamını bayilerimizle de yakalamış, büyük bir aile olmuştuk. Telefonu elime alarak 430 bayinin herbirini tek tek aradım. Bazılarının ailelerini, özel ilgi alanlarını, problemlerini biliyordum. Bilmediklerimi de Burak (Boz) ve Sarper’den (Yavaş) öğrendim ve her bir bayi ile özel olarak sohbet ederken kendilerini özel hissettirecek konulara temas etmeye dikkat ettim. Büyük bir aile olduğumuzu, güçlü bir şirket olan Jotun’un aile fertlerini hiçbir zaman yarı yolda bırakmayacağını, maddi manevi her türlü sorunlarında başta ben olmak üzere şirket olarak yanlarında olduğumuzdan emin olmaları gerektiğini, bu dönemde işi çok dert etmemelerini, sağlıklarına ve ailelerine odaklanmaları gerektiğini anlattım. Bu samimi ve candan yaklaşıma bayilerimizin (ki çoğu ile aramda dostluk bağı oluştu) reaksiyonu çok olumlu oldu. Satış ve tahsilat oranımız ciddi oranda artmaya başladı. Pandemiye rağmen satış ve kâr rekoru kırıyorduk. 2020 yılının Temmuz ayında aşağıdaki mesajı yayınladım: 2020 yılında çöken ekonomide ciro ve kâr rekoru kırdık. Krizi Fırsata Çevirmek Risk almayı bilmek başarının şartlarından biriydi. Risk almadan başarı kazanmak çok mümkün değil, ama gereksiz ve hesapsız risk almanın da felakete yol açabileceğini unutmamak lazım. Yabancıların, “Calculated risk” dedikleri hesaplanmış risk almayı bilmek çok önemli. Risk alırken her şeyi hesaplamak mümkün değil tabii ki, hesaplanabilse ortada bir risk kalmazdı zaten. İşte tam burada yine odaklanma, aklıse lim, tecrübe, doğru zamanlama ve duygular devreye giriyor.
2020 senesinin son çeyreğine girerken pandemi nedeniyle dünyada daralan ticaret hacmi nedeniyle oldukça düşük seyreden hammadde fiyatlarının böyle kalmayacağını, pandemi yasakları gevşemeye başlayınca fiyatların süratle artma trendine gireceğini hissediyordum. Günlük sohbetimiz sırasında ekip arkadaşlarımın da aynı şekilde düşündüğünü görünce riski göze alarak ihtiyacımızın oldukça fazlasını sipariş verdik. Satışlar iyi gidiyordu ama önümüzdeki aylarda da iyi gideceğinin garantisi yoktu. Her şeye rağmen 2020 yılının son çeyreğinden ham madde fiyatları yükselmeye başladığında 2021’in üçüncü çeyreğine kadar hammadde stoklarını artırmaya devam ettik. Genel Merkez’den homurdanmalar başlamıştı, zira yüksek stok ve hammadde borcu anlık olarak mali tabloları bozuyor, ortaya pek de hoş olmayan bir görünüm çıkıyordu. Fiyatların artacağını öngördüğümüzü, bu nedenle ham madde stoklarını artırdığımızı söyleyince bunun garantisi olmadığını ve yanlış yaptığımızı söylediler. Ben de, “Yılsonu gelince hesabını veririm, şu anda bunları konuşmayalım” diyerek konuyu kapattım. Sonuç olarak haklı çıkmıştık, 2020 ve 2021’de ciro rekoru kırarken uygun fiyatlardan aldığımız hammaddeler sayesinde de kimsenin hayal dahi etmediği bir kâr elde ettik. Yılsonu geldiğinde hammadde konusu açılmadı bile. Zarar etseydik, hesabını keyifle soracaklarından adım gibi eminim.
Başarıya giden yolda tecrübenin önemi yadsınamaz. Ülkemizin önemli iş insanlarından, çok sevip saydığım, AFS’li ağabeyim Ahmet Soyuer, tecrübenin hayatta yenen kazıkların bileşkesi olduğunu söyler. Çok da haklı, tecrübe edinmek ucuz olmuyor, bedel ödemeden tecrübe kazanmak çok zor. Ancak gençken pek prim verilmeyen başkalarının tecrübelerinden ders çıkarmak sayesinde ağır bedeller ödemeden tecrübe kazanmak mümkün. Her genç gibi, zamanında ben de bana verilen tecrübelere dayalı öğütleri, yarım kulak, bir kaşım havada ve muhtemelen yüzümde müstehzi bir ifadeyle dinledim. Her şeyin en doğrusunu bildiğime inandığım yaşlarda bana aktarılan tecrübelerden ders çıkarsaydım hayatım daha kolay olurdu. Tecrübenin tecrübe edilmesinin gereksiz olduğunu ve başkalarının tecrübelerinden ders almayı öğrendiğim, daha doğrusu kabul ettiğim anda hayat daha rahat, süratli olurken isabetli karar alabilmek de benim için kolaylaştı. Sonuç olarak; başarıyı belirleyen ana faktörlerin, odaklanma, aklıselim ile risk alabilme yetisi, tecrübe, doğru zamanlama, “Business sense” denen duygular olduğunu söyleyebiliriz.
Oldum olası sosyal bir insan olduğum için çok genç yaşlarımdan itibaren STK’lerde faaliyet gösterdim. Lise yıllarında “Kültür Edebiyat” ve “Broşür” kollarıyla başlayan faaliyetlerim daha sonra Türk Kültür Vakfı ve AFS Türkiye’de önce gönüllü, sonra Yönetim Kurulu üyesi olarak devam etti. Zaman içinde çeşitli kurumlarda aktif görevler üstlendim. Galatasaray Mezunlar Derneği Sicil ve Disiplin Kurulu üyesi, Galatasaray Eğitim Vakfı Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu üyesi, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği Yönetim Kurulu üyesi ve başkanı, Boğaziçi Üniversitesi Vakfı Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yaptım.
Ayrıca Galatasaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu üyeliği ve Sicil Kurulu başkanlığı, Deniz Ticaret Odası Meclis ve Yönetim Kurulu üyeliği, Lokman Hekim Sağlık Vakfı Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu üyeliği, BOSAD (Boya Sanayicileri Derneği) Yönetim Kurulu üyeliği, KİPLAS (Türkiye Kimya Petrol Lastik ve Plâstik Sanayii İşverenleri Derneği) Yönetim Kurulu üyeliği, TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) Disiplin Kurulu üyeliği ve Millî Olimpiyat Komitesi üyeliği yaptım. Türk-Norveç Ticaret ve Deniz Ticaret Odası’nın kurucu başkanı ve TÜSİAD üyesi olarak da sivil toplum çalışmalarına katkıda bulundum.
Sevgili arkadaşım Muharrem Yılmaz’ın başkanı olduğu dönemde üye olduğum TÜSİAD hariç, tüm diğer kurumlarda zevkle çalıştım. Ben üye olduktan hemen sonra Muharrem TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanlığı’ndan istifa etti. O dönemi yaşayanlar Muharrem’in neden istifa ettiğini gayet iyi hatırlayacaklardır. Türkiye ekonomisinin çok büyük bir kısmını temsil eden patronlar ve üstdüzey yöneticilerin üyesi olduğu TÜSİAD, son dönemde geldiği nokta itibarıyla benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Ülke ekonomisi, yanlış olduğu aşikâr cahilce kararlarla tarumar edilirken TÜSİAD’ın sesini çıkaramayıp pasif kalması, gelecek kuşakların kaybına neden olacak eğitimin âdeta dinamitlenmesine, ordu ve yargının siyasallaşmasına gözyuman, kamuoyunda çok iyi tanınan patronların sahneden çekilerek Yönetim Kurulu’nun nispeten düşük profilli üyelerden oluşturulup pasifleştirilerek etkisiz hale getirilmesi sonucu, benim gözümde önem ve saygınlığını yitiren bu kuruluştan istifa ettim.
STK’lerde çalışmak bence çok önemli. Birey olarak etkileme imkânımızın olmadığı, toplumu ilgilendiren sosyal, siyasi ve ekonomik konularda ancak örgütlü olarak etkili olmak mümkün.
Rahatsız olduğunuz konulardan sadece şikâyet etmek ve sosyal medyada eleştirel mesajlar göndermek hiçbir sorunu çözmez. Dolayısıyla STK’lerde çalışmak çağdaş insanlar için bir vatandaşlık görevidir. Ayrıca bu tür çalışmalar mesleklerinin başında olan gençler için kendini yetiştirmenin, çevre edinmenin, toplumda fark yaratarak öne çıkmanın ve aranılan insan olmanın en iyi yoludur.
Sonsöz Niyetine Veda Konuşması
2020 yılının Kasım ayında Kovid oldum. Akabinde dilimin artikülasyonunda bir bozulma, konuşmamda bir yavaşlama ve bazı kelimelerin telaffuzunda zorlanmaya başladığımı hissettim. İşin tuhafı, Özlem dâhil çevremde kimse bu durumu fark etmiyordu. Aşı sıram 2021 yılının mayıs ayında geldi. Koştura koştura Biontech aşımı oldum. O yetmezmiş gibi haziranda ikinci dozu da oldum. Temmuz ayında konuşmam birdenbire tamamen bozuldu. Önce sarhoş gibi konuşmaya başladım. O kadar ki telefonda konuştuğum bazı dedikodu sever kimseler arkadaşlarımı arayarak, “Şükrü’nün işleri galiba çok bozuk, sabah 11.00 zilzurna sarhoştu!” demeye başlamışlar. Allah’tan beni çok iyi tanıyan arkadaşlarım içkiyi nadiren, sadece sosyal ortamlarda, o da en çok iki tek içtiğimi söylemişler. Yoksa adım alkoliğe çıkabilirdi.
Türkiye’de uzunsüre teşhis konulamayınca AFS’li Fransız arkadaşım Salomé’nin Colombia Üniversitesi’nde profesör ve ünlü bir ilaç şirketinin araştırma direktörü olan eşi Chris vasıtasıyla Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Bölüm Başkanı Dr. Merit Cudkowicz’den randevu aldı ve böylece Boston’a gittik. Tedavim Türkiye’de de sevgili doktorum Prof. Halil İdrisoğlu ve sınıf arkadaşım, kardeşim Dr. Hayim Babur’un da gözetiminde Boston-İstanbul arasında devam ediyor. Çok şükür, hastalığın ilerlemesi durdu, şimdi geriletmeye çalışıyoruz.
Muhteşem Veda
2023 sonbaharında, şirkette benden habersiz gizli bir faaliyet döndüğünü hissettim. Genel bilgi kaynaklarım olan mutfak personeli bile üç maymunu oynuyordu, konuşmayı çok seven ve en ufak bir teşvikle her şeyi anlatan Başak (Kanat) bile sessizliğe bürünmüştü. Sonra anlaşıldı ki tüm bu gizli operasyon, benim için hazırlanan bir veda partisi içinmiş.
Şu anda başarıyla yürüttüğü Avrupa ve Orta Asya Bölgesi Pazarlama Direktörlüğü görevinde beni gururlandıran, mesleki ve kişisel gelişimine çok emek verdiğim sevgili Başak’ın öncülüğünde veda partisini Cumhuriyetimizin 100. yıl kutlamasıyla birleştirerek benim için çok anlamlı, unutulması imkansız bir organizasyon yapmış arkadaşlarım.
Norveç’ten CEO başta olmak üzere tüm yönetim ekibinin ve yurt dışında görevli tüm Türklerin de katıldığı muhteşem bir gece oldu. Konuşma problemim nedeniyle veda konuşmamı arkadaşlarıma yazılı olarak sundum. Her ne kadar bir sorunum olsa da konuşmayı, hikâyeler anlatmayı benim kadar seven biri sessiz kalamayacağı için yine de birkaç şey söylemekten geri kalmadım.
Veda mesajım şöyleydi:
Çok değerli Jotun ailem,
Bundan 37 sene önce, henüz 28 yaşında çiçeği burnunda genç bir müteşebbis olarak çıktığım yolun sonuna gelmek üzereyim. Bildiğiniz gibi 31 Aralık 2023 tarihi itibarıyla emekli oluyorum. Zaman çok süratli geçiyor; bana göre “daha dün” 50. yılını kutladığımız Cumhuriyetimiz bugün 100 yaşında, yine “daha dün” kurduğum şirket bugün Türkiye’nin en başarılı, en kârlı ve sektörünün en büyük şirketlerinden biri. Çok çabuk geçen bu 37 yıl süresince hep birlikte çok şeyler başardık. Her şeyden önce hep beraber mükemmel bir çalışma ortamı yarattık. Karşılıklı güven ve saygıyı temel alan bu ortamda eğlenerek başarılı olmanın yolunu bulduk. El ele yarattığımız aile ortamında her türlü sorunun çözümünü birlikte aradık, birlikte ağladık, birlikte güldük. 37 yıl boyunca her sabah siz arkadaşlarımı görme heyecanıyla, neşeyle koşakoşa geldim işe. Bu, herkese nasip olacak bir mutluluk değil. Bunun için hepinize müteşekkirim.
Elele ülkemizin en büyük ve en kârlı boya şirketini yarattık. Birçoğunuz bu süreçte aile kurdu, çoluk çocuk sahibi oldu, tüm bu mutlulukları beraber yaşadık. Sevdiğimiz çalışma arkadaşlarımızı, can kardeşlerimizi kaybettik, birlikte ağladık, her şeye rağmen bağrımıza taş basıp çalışmaya devam ettik. Bugün itibarıyla kariyerine şirketimizde başlayıp gelişen 25 arkadaşımız yurt dışında önemli görevler yüklendiler, ba şarılarıyla bizleri gururlandırıyorlar. Bazıları görev sürelerini tamamlayıp dönmüş olsalar da çoğu hâlâ yurt dışında. Birlikte ekonomik krizler atlattık, deprem felaketleri ya şadık, pandemi yaşadık ama sırt sırta, elele verdiğimiz için her krizden başarıyla çıktık, krizleri fırsata çevirdik.
Sevgili arkadaşlarım, kardeşlerim, her ne kadar tevazu, kültürümüzün önemli bir unsuru olsa da geldiğimiz noktada çok büyük şeyler başardığımızı söylemeden geçemeyeceğim. Rüzgâr gibi geçen bu 37 yıllık serüvende her koşulda dimdik yanımda olan en büyük desteğim, sevgili eşim Özlem’e ve oğullarım Kerem ile Demir’e huzurlarınızda teşekkür ederken, bu harika serüven süresince stresli anlarımda bana tahammül ettikleri için sonsuz minnetlerimi arz ediyorum.
Ama üzülerek belirtmeliyim ki, şirketimizi geliştirirken gösterdiğimiz bu müstesna başarıyı,100. yılını kutladığımız Cumhuriyetimizi, Atatürk’ün bizlere verdiği görev doğrultusunda koruma, kollama ve ülkemizi muasır mede niyetler seviyesine yükseltme konusunda gösteremedik.
Ayrılıklar her zaman zordur, hele insanın ailesinden, sev diklerinden ayrılması çok daha zordur. Ayrılık zamanı yaklaşıyor, içimde işini iyi yapmış olmanın huzurunun yanında sizlerden ayrılacak, sizleri hergün göremeyecek olmanın burukluğunu yaşıyorum. Ama bayrağı benden devralan Serdar kardeşimin bu bayrağı daha da yükseklere taşıyacağından şüphem yok. Hepi nize güvenim tam.
Büyük Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” sizlere rehber olsun.
Beni unutmayın, zira ben herbirinizi hayatımın sonuna kadar hatırlayacağım. Saygılarımla,
Şükrü Ergün
Vice President East Europe and Central Asia - EECA
Duygusal anların yaşandığı bu gecede Norveçlilerin bile gözlerinin yaşardığını mutlulukla fark ettim. Bir başka sürpriz de beni fabrikada bekliyordu; işçi arkadaşlarımın ve sendikacıların, “Şükrü Baba, bizi bırakma!” tezahüratları, hazırladıkları posterler ve hazırlanan veda partisi Jotun’da geçen 37 yılın değer biçilemeyecek mükâfatı oldu bana.
Bugün durup sakin kafayla geriye baktığımda, çok mutlu bir aile ve iş hayatım olduğunu görüyor ve şükrediyorum. Özlem’le elele kurduğumuz hayat, yetiştirdiğimiz çocuklarımız, Onur’la kurduğumuz ve ekip olarak ülkenin en kârlı ve ikinci büyük boya firması hâline getirdiğimiz Jotun, iş arkadaşlarımla yarattığımız verimli, başarılı ve çok eğlenceli iş ortamı, dokunduğum hayatlar, yetişmelerinde katkım olan başarılı gençler, STK’lerdeki çalışmalarım, topluma yararlı bir birey olarak yaşamış olduğumu hissettiriyor bana. Artık kısmetse çocuklarımız, gelinlerimiz, torunlarımız ve dostlarımızın keyfini sürme zamanı…
Şükrü Ergün ikinci kitabını yazmakta
Tarih: 13 Kasım 2025.. Mustafa Kemal Paşa’nın Adana’dan trenle Hayarpaşa’ya vardığı o umud dolu bir günü sabahı..
Şükrü Ergün bana bir mesaj göndermiş;
“Sevgili ağabeyim,
İkinci kitabımı yazıyorum.
Bu kitabın adı “Madem konuşamıyorum, ben de yazarım“
Biraz ilerlesin, görüşlerinize sunacağım.
İkinci eserimde eşim Özlem de yazacak. İlerleyen bölümler daha eğlenceli olacak, Rusya maceram, eğlenceli anekdotlar, hayatıma dokunan insanlar, çeşitli portreler vs.
Saygılarımla..”
Benden de size kucak dolusu sevgiler, selamlar.. Nice sağlıklı uzun ve mutlu yıllar dilerim.
****
.jpg)

















YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.