Kıyının Ucundaki Işık: Bir Deniz Kızı ile Deniz Fenerinin Hikâyesi
Yalnızlık, deniz fenerlerinin en eski sakini, deniz kızlarının ise en kadim aynasıdır. Kıyılar boyunca uzanan dalgaların çarpıp geri çekildiği kayalıkların ucunda yükselen bir deniz feneri vardı. Ne limana çok yakındı, ne de insan seslerine alışıktı. Zamanla, o taş kulede yalnızca rüzgârın uğultusu ve tuzlu nemin taşlara işleyen paslı öyküsü kalmıştı.
Bu deniz feneri, bir zamanlar bir bekçiye sahipti, yaşlı, denize âşık bir adam. O öldükten sonra, fener otomatik sisteme bağlanmış, ama mekanik gözleri hiçbir zaman onun yorgun ellerinin bıraktığı sıcaklığı yakalayamamıştı. O günden sonra deniz feneri sessiz bir tanığa dönüşmüştü ne geçen gemiler onun varlığını umursuyordu, ne de martılar onun tepesine konmaya istekliydi.
Gecelerin birinde, deniz farklı bir ses getirdi kıyıya. Rüzgârın taşıdığı değil, suyun içinden yükselen bir ses. Şarkı değildi bu, çünkü deniz kızları sadece şarkı söylemekle yetinmezler. Bu bir çağrıydı, ta dipten gelen bir yankı.
Deniz kızı ilk kez o gece su yüzüne çıktı. Sırtında yosunların izleri, saçlarında mercan parçaları vardı. O feneri yıllardır uzaktan görmüş, ama hiçbir zaman bu kadar yaklaşmamıştı. Işığının titrek parıltısı, onun gözünde eski bir hatırayı çağrıştırıyordu. Belki bir zamanlar, fenerin gerçek bir yürekle atan ışığını görmüştü.
Fener ve deniz kızı... Biri taş ve metal, diğeri et ve müzik. Ama aralarında tanımsız bir bağ kuruldu. Geceleri gelmeye başladı deniz kızı, fenerin dibine kadar yaklaşır, ıslak kollarıyla yosunları temizlerdi merdivenlerinden. Belki anlam veremediği bir bağlılıkla, belki de unutulmuş bir sözün peşinde. Zamanla fenerin ışığı, daha berrak yanmaya başladı. O eski, soğuk ışık bir nebze sıcaklık kazandı. Sanki fener, kendini yeniden hatırlamıştı. Ve kimse fark etmese de, o fener artık sadece gemilere yol göstermiyordu. Her gece, suyun derinliklerinden yükselen bir bakışı da karşılıyordu.
Bazı balıkçılar, sabahın erken saatlerinde kıyıya vurmuş yosunların biçiminin değiştiğini söylediler. Sanki biri onları özenle dizmişti. Kimi, geceleri fenerin çevresinde balıkların dans ettiğini iddia etti. Ama kimse o geceleri fenerin altına usulca yanaşan, saçları su gibi dalgalanan, gözleri yitik hikâyelerle dolu olan deniz kızını görmedi. Çünkü bu hikâye, insan gözünden uzakta yaşanan, varlık ile yokluk arasında örülmüş bir bağın hikâyesiydi. Ne tamamen gerçek, ne de düş. Tıpkı deniz fenerlerinin ışığı gibi uzaklardan bakınca sabit, yaklaştıkça titrek…
Bazen en derin sular, gözün bakmayı unuttuğu yüzeyde durur.
Fener, hep oradaydı.
Ama kimse ona gerçekten bakmadı.
Bakmakla görmek arasında, yıllardır büyüyen bir suskunluk vardı.
Kıyıdaki insanlar, fenerin ışığını güvenli bir işaret olarak kabul etmişlerdi ama onu hiç düşünmemişlerdi. Sanki ışık kendi kendine yanar, kendi kendine sönerdi. Kimse onun ne zaman yapıldığını, neden yalnız bırakıldığını ya da neden hala ayakta olduğunu merak bile etmediler. İnsan zihni, işleyen şeyleri sorgulama zahmetine girmez, ta ki bir şeyler eksilene yok olana kadar...
Sirena, bunu suyun altından fark etti.
Kıyıya her yaklaştığında, fener kadar insanlar da göründü ona. Sessiz, aceleci, kendi içlerinde kaybolmuş… Bir kadın sabahın erken saatinde teknesini hazırlar, gözlerini fenerin ışığına bile kaldırmadan yola çıkardı. Bir çocuk, kıyıda oynarken fenerin siluetine taş atar, ama neye attığını bilmeden atardı. İnsanlar, kendilerinden başka her şeyi anlamayı unutmuş gibiydi.
Sirena, önce bunu anlamakta zorlandı. Denizin altında her şey birbirine dokunur, her hareket bir diğerini etkilerdi. Ama insanlar parçalanmıştı. Her biri kendi dünyasında, kendi küçük yankılarını büyütüyor, diğerinin acısını sadece duyuyor ama hissetmiyordu. Fenerin ışığı yeniden parlar gibi olduğunda bile kimse bunun nedenini sormadı.
Sirena bir gece öfkelendi. İçine işleyen bu kızgınlık kırgınlık, yosun gibi yavaşça sarıldı ona. “Nasıl bu kadar körleşebilirler?” diye düşündü. Işığın değiştiğini, taşların ısındığını, denizin sesinin bile farklılaştığını fark etmiyorlar mı?
Ama sonra sustu… Çünkü kendisi de bazen anlamamıştı. Elias’ın günlüğünü ilk okuduğunda, sadece kendiyle ilgili satırları görmüştü. Oysa Elias, kendi yalnızlığını da yazmıştı. Onu kimse dinlememişti. Onun da bir zamanlar bir şeyleri fark etmesini, hissetmesini beklediği insanlar olmuştu. Ama olmamıştı. Bu yüzden fener de kendine bir hayat kurmuştu. Bu yüzden sesi taşlara sinmişti.
Sirena, öfkesinin altına baktı. Orada yatan şey, incinmekti. Çünkü suyun altında da, karada da değişmeyen bir gerçek vardı: Fark edilmemek. Ve insanın en çok acıyan yanı, görülmeyen yanıdır.
O geceden sonra, Sirena kıyıya geldiğinde fenerin yanına oturmaz oldu. Daha çok izliyordu. Kendi halkından uzakta, insanlara ait olmayan ama onların da unuttuğu bir yapının etrafında dolanmak... Bu da bir sürgündü. Ama bu sürgün, onda başka bir düşünce doğurdu.
Belki de önemli olan fark edilmek değil, kendinin farkına varmaktı. Ve belki fener, yıllardır bunu anlatıyordu ama kimse duymuyordu. Işığın neye yandığını, neden sönmediğini, hangi sesi içinde tuttuğunu soran olmamıştı. Ama Sirena artık biliyordu. Bazı ışıklar, sadece gören gözler için değil, hisseden yürekler içindi…
Yazarın Notu: Bu yazı Hakkı Şen’in anlatımlarından ilham alarak, ona “ithafen”, hitaben yazılmıştır…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.