Geçmişten Geleceğe…
'Deniz Kültürü Derneği Olarak 19 Kasım’da Yapacağımız İklim Değişikliği ve Çevre Sempozyumu Üzerine Benden de Bir Dokunuş'
Doğa ve insan, varoluşun en eski ortak yol arkadaşlarıdır. İnsan, yaşamını doğadan ayrı düşünemediği sürece anlam bulmuş, doğaya yabancılaştığı oranda ise varoluşsal bir boşluğa sürüklenmiştir. Geçmişten günümüze uzanan bu ilişkide, hayatın kendisi kadar umut da doğayla kurulan bağlarda yeşermiştir. Ancak özellikle modernleşme süreciyle birlikte başlayan kopuş, iklim krizi gibi küresel sorunlarla insanlığı yeniden doğa ile yüzleşmeye çağırmaktadır. Bu deneme, insan ve doğa arasındaki tarihsel ilişkinin evrimini, yaşanan kopuşu ve günümüzde umuda dönüşen direnişi ele almaktadır.

Doğaya Doğru Geçmişin Eşiğinde İnsan
Her şey doğada başlar. İnsan, henüz şehirleri inşa etmeden, makinelerle donanmış bir uygarlık kurmadan ve zamanı saatlere, alanı haritalara bölmeden önce doğanın kucağında, onun ritmine kulak vererek yaşadı. Güneşin doğuşuyla uyanan, ayın döngüsüyle yönünü bulan, toprağın sesine göre hareket eden bir varlıktı o. Henüz doğadan kopmamıştı; çünkü henüz kendini onun “üstünde” ya da “dışında” görmüyordu.
İnsanlığın bu ilk dönemlerinde doğa, yalnızca fiziksel bir çevre değil, kutsal bir varlıktı. Toprak, yalnızca üzerinde yürünülen bir zemin değil; ana rahmi gibi koruyan, besleyen, doğuran bir anaydı. Toprak Ana. Bu benzetme, yalnızca dilsel değil, aynı zamanda ontolojik bir yaklaşımdı: İnsan, doğaya ait olduğunu biliyordu. Avcı toplayıcı toplumlar için doğa, bir yoldaş, bir öğütçü, bir öğretmendi. Ne verirsen karşılığını alırdın. Fazlasını değil.
Tarım devrimiyle birlikte insan doğayla olan ilişkisinde yeni bir evreye geçti. Artık göç etmek yerine yerleşiyor, toprağı ekiyor, biçiyor, dönüştürüyordu. Bu dönüşüm, insanlık için hem bir ilerleme hem de bir kopuş anlamına geldi. Toprağa yakınlık devam etse de, sahiplik duygusu ilk defa bu dönemde güç kazandı. Toprağa sahip olma arzusu, beraberinde sınırlar, savaşlar ve sınıflar getirdi. Doğayı kutsal bir bütün olarak değil, “bölünebilir bir mülk” olarak gören anlayış, zamanla doğanın tahribatının da başlangıcını işaret etti.
Yine de bu dönemlerde dahi doğayla olan bağ bütünüyle kopmuş değildi. Antik uygarlıklarda bile doğaya duyulan derin bir saygı hâkimdi. Yunan mitolojisinde Gaia, yaşamın kaynağı olan toprak tanrıçasıdır. Hint öğretilerinde doğa, yaşam enerjisinin bir parçasıdır. Türk mitolojisinde yer su kutsaldır, dağlar, ormanlar, ırmaklar ruhlarla doludur. Bu öğretiler bize şunu gösterir: İnsanlık, doğayı önce anladı, sonra sevdi, sonra kutsadı. Ancak onu yönetmek, değiştirmek ve sonunda kontrol etmek istediğinde, asıl kopuş başladı.
Doğaya olan bu kadim saygı, sadece bir inanç biçimi değil; aynı zamanda ekolojik bir bilgelikti. Doğayı sömürmek değil, onunla uyum içinde yaşamak temel ilkelerden biriydi. Avladığın kadar tüket, ektiğin kadar bekle, aldığın kadar ver... Bugün “sürdürülebilirlik” adı altında yeniden keşfettiğimiz bu anlayış, binlerce yıl önce zaten uygulamadaydı. Modern insanın unuttuğu şey, atalarının zaten bildiği bir hakikatti: Doğa, sana ait değil. Sen doğaya aitsin.
Bu tarihsel arka plan, bize insanın doğayla olan ilişkisini bir karşıtlık ya da savaş üzerinden değil, bir ortaklık ve denge üzerinden kurduğunu hatırlatır. Ve belki de bugün yapmamız gereken ilk şey, bu unutulmuş hafızaya dönmektir. Çünkü kim olduğumuzu ancak nereden geldiğimizi hatırlayarak anlayabiliriz.

Kopuşun Başlangıcı Sanayileşme ve Modernleşme
Modern çağın başlangıcı, insan ile doğa arasındaki ilişkinin en radikal kırılmasını temsil eder. Sanayi devrimi, bilimsel ilerlemeler ve teknolojik gelişmelerle birlikte insan, doğayı sadece “yaşam alanı” veya “kutsal ortak” olarak değil, aynı zamanda üzerinde hâkimiyet kurulacak ve dönüştürülecek bir nesne olarak görmeye başlamıştır. Bu değişim, sadece çevresel değil, ontolojik bir kopuşun da başlangıcıdır.
18.yüzyılın sonlarında başlayan sanayi devrimi, buhar gücünün, makinelerin ve fabrikaların yükselişiyle birlikte insan doğa ilişkisini kökten değiştirdi. Doğa, artık makine gibi parçalarına ayrılabilir, kontrol edilebilir ve işlenebilir bir bütün olarak algılandı. Bu algı, Rene Descartes’ın dualist felsefesine dayanır: İnsan zihni doğadan ayrı ve üstün bir konumdadır. Doğa ise, mekanik bir sistemdir; ona “bakılır”, kullanılır ve gerektiğinde onarılır veya değiştirilir.
Bu düşünce sistemi, doğanın bir “kaynak deposu” ve insanın “hakimiyet alanı” olduğu fikrini pekiştirdi. Ormanlar kesildi, nehirler yönlendirildi, kömür ve petrol gibi fosil yakıtlar çıkarıldı. Sanayi üretimi, ekonomik büyüme ve kentleşme, doğadan kopuşu hızlandırdı. İnsan, doğanın döngülerine değil; üretim ve tüketim döngülerine göre yaşamaya başladı.
Karl Marx’ın kavramsallaştırdığı yabancılaşma terimi, modern insanın doğadan kopuşunu anlamlandırmak için de uygundur. Sanayileşme süreci, insanın kendi emeğine, toplumuna ve doğaya yabancılaşmasına yol açtı. Doğayla ilişki, doğrudan ve anlamlı olmaktan çıktı; fabrikalarda makineler arasında, beton yığınlarının içinde, doğanın gerçek sesi yerini yapay gürültülere bıraktı.
Modernleşme, yaşam kalitesini artırdığı gibi, doğal kaynakları tüketme ve ekosistemleri yok etme sorumluluğunu da beraberinde getirdi. Teknolojik ilerleme ve bilimsel keşifler insanın doğaya karşı gücünü artırırken, bu güç sorumsuzca kullanıldığında doğanın dengesini bozdu. Günümüzde küresel ısınma, biyolojik çeşitlilikte azalma ve doğal kaynakların tükenişi, bu dengenin bozulmasının en somut göstergeleridir.
İnsan, artık doğanın efendisi olma rolünde değil, doğanın kendisiyle barışmak zorunda olduğu bir varlık olarak yeniden düşünülmelidir. Çünkü doğa, yalnızca bir nesne değil; insanın varoluşunun temel koşuludur.

İklim Değişikliği ve Ekolojik Çöküş
İnsanlık, sanayi devrimiyle başlayan hızlı teknolojik ve ekonomik gelişmeler sürecinde doğaya karşı kontrolünü artırırken, aynı zamanda gezegenin ekolojik dengesini sarsan bir yola girdi. 20. yüzyılın sonlarından itibaren bu süreç, bilimsel verilerle somutlaşan ve küresel ölçekte yaşanan bir kriz olarak ortaya çıktı: İklim değişikliği.
Sanayi devriminden itibaren atmosfere salınan karbondioksit, metan ve diğer sera gazlarının yoğunlaşması, dünyanın ortalama sıcaklığını yükseltti. Bu ısınma, kutup buzullarının erimesine, deniz seviyelerinin yükselmesine, aşırı hava olaylarının (kasırgalar, seller, kuraklıklar) artmasına sebep oldu. Bilimsel araştırmalar, bu değişikliklerin sadece doğal döngülerle açıklanamayacak kadar hızlı ve insan kaynaklı olduğunu ortaya koydu.
İklim krizi, yaşam için elzem ekosistemlerin işleyişini tehdit ederken, biyoçeşitlilikte ciddi azalmalar yaşanmasına yol açtı. Ormanlar, mercan resifleri, tropikal ekosistemler gibi biyolojik çeşitlilik merkezleri zarar gördü. Bu da doğanın insan için sunduğu ekosistem hizmetlerinin – temiz su, hava, gıda, toprak verimliliği gibi – bozulması anlamına geliyor.
İklim değişikliği, yalnızca doğal dünyayı değil, insan toplumlarını da derinden etkiliyor. Tarım alanlarının verimliliği düşüyor, su kaynakları azalıyor ve özellikle yoksul, kırılgan topluluklar bu değişimden en fazla zarar gören kesimler oluyor. İklim göçleri, şehirlerde sosyal gerilimlerin artması, sağlık sorunları ve ekonomik dengesizlikler giderek yaygınlaşıyor.
Bu kriz, aynı zamanda adalet ve etik sorularını da gündeme getiriyor: Hangi ülkeler ve hangi toplumlar bu krizin faturasını ödeyecek? Geçmişte fosil yakıtları yoğun kullanan gelişmiş ülkeler, bugün iklim krizinden en çok etkilenen gelişmekte olan ülkelerden daha fazla sorumlu mudur? Bu sorular, küresel iş birliğinin ve politik iradenin önündeki en büyük engellerden biri.
Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli raporları, acil ve radikal önlemler alınmadığı takdirde felaket senaryolarının kaçınılmaz olduğunu belirtiyor. Ancak, ekonomik çıkarlar, politik kısa vadeli hesaplar ve toplumsal direnç, bu önlemlerin uygulanmasını zorlaştırıyor.
İklim krizine karşı mücadele, sadece teknolojik yenilikler veya politik reformlarla sınırlı kalamaz; aynı zamanda insanların doğa ile olan ilişkisinde köklü bir dönüşümü gerektirir. Bu dönüşüm, doğaya karşı sorumluluk ve etik bir bilinç geliştirmekle mümkündür.

Yeni Doğa Felsefesi ve Sürdürülebilirlik
İklim krizinin ve ekolojik yıkımın yarattığı karanlık tabloya rağmen, insanlık içinde umut filizleri yeşermeye devam ediyor. Doğayla kopan bağın onarılması ve sürdürülebilir bir gelecek inşası için verilen mücadele, yalnızca bilimsel veya teknolojik bir çaba değil; aynı zamanda etik, felsefi ve kültürel bir dönüşümün de habercisidir.
21.yüzyılın ikinci yarısından itibaren, doğaya bakışta önemli paradigmatik değişimler yaşandı. Gaia hipotezi, derin ekoloji ve çevre etiği gibi yaklaşımlar, doğayı yalnızca kaynaklar toplamı olarak değil, canlı, dinamik ve insanla iç içe geçmiş bir sistem olarak görür.
James Lovelock’un Gaia hipotezi, dünyayı yaşayan bir organizma olarak tasvir eder ve doğanın bütüncüllüğünü vurgular. Derin ekoloji ise insan merkezli bakış açısını sorgular ve doğanın kendine özgü bir değeri olduğunu savunur. Bu düşünceler, insanın doğaya karşı sorumluluğunu etik bir zorunluluk olarak ön plana çıkarır.
Küresel çapta gelişen çevre hareketleri, doğa tahribatına karşı kolektif direnişin sembolleridir. Greta Thunberg gibi genç aktivistlerin öncülüğünde yükselen iklim grevleri, sadece politik reform talepleri değil; aynı zamanda yeni bir bilinç ve yaşam tarzı çağrısıdır. Bu hareketler, doğaya karşı olan saygının ve sorumluluğun toplumsal boyutunu görünür kılar.
Permakültür, agroekoloji ve ekolojik tarım gibi yaklaşımlar, doğayla uyumlu üretim biçimlerini öne çıkarır. Enerji tüketimini azaltan, yenilenebilir kaynakları kullanan, atıkları minimize eden yaşam biçimleri, geleceğe dair somut umutlar sunar. Ayrıca yerel bilgelikler ve kadim pratikler, modern sürdürülebilirlik tartışmalarına ilham vermektedir. Toprakla, suyla ve canlılarla barış içinde yaşama kültürleri, yeniden hatırlanmayı bekleyen değerlerdir.
Felsefi ve Ruhsal Derinlik
İnsanın doğayla ilişkisini sadece ekolojik veya teknolojik bir mesele olarak görmek, onun varoluşsal boyutunu gözden kaçırmak olur. Çünkü insanın doğayla kurduğu bağ, ontolojik bir bağdır; kimliğinin, anlamının ve yaşamının temelini oluşturur. Modern çağda kopuş yaşanan bu bağ, yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir kriz olarak da kendini gösterir.
Martin Heidegger, “Dasein” kavramıyla insanın dünyadaki varoluşunu açıklarken, doğayla ilişkisinin anlamını da sorgular. Ona göre insan, doğadan kopup yalnızca “teknik varlık” olarak kalırsa, dünyayla olan özgün bağını yitirir. Bu bağ yeniden kurulmadığı sürece, insan varlığı “dünyasızlaşır” ve anlamdan yoksunlaşır.
Henry David Thoreau ise doğayı bir sığınak, bir öğretmen ve ruhun yenilenme alanı olarak görür. Walden Gölü kıyısında doğayla geçirdiği yalnızlık deneyimi, doğanın iyileştirici gücüne dair edebi ve felsefi bir manifesto niteliğindedir.
Yeniden toprağa dönmek ifadesi, sadece fiziksel bir eylem değil, derin bir dönüşüm çağrısıdır. Bu dönüşüm, insanın doğaya karşı sorumluluğunu yeniden hatırlaması, onun bir parçası olduğunu kabul etmesi ve doğayla barışık bir yaşam biçimi geliştirmesidir. Ruhun, doğadan ayrılmaz olduğunu idrak etmek; umut ve direnç bu farkındalıkla beslenir.
Umut, pasif bir bekleyiş değil, eylemle beslenen bir enerjidir. Doğayla ilişkisini yeniden kurmak isteyen birey ve toplumların yarattığı dayanışma, direnç ve yaratıcılık umudu somutlaştırır. Bu, felsefi bir yeniden doğuşun, etik bir uyanışın habercisidir.
Doğa ve İnsan Arasındaki Yeniden Doğuş
İnsanın doğayla ilişkisi, tarih boyunca farklı biçimlerde ortaya çıkmış, ancak her zaman varoluşunun temelinde yer almıştır. Sanayi devrimiyle başlayan kopuş, günümüzde küresel bir ekolojik krize dönüşürken, bu kriz aynı zamanda insanın kendisiyle ve dünyayla olan ilişkisini sorgulamasına yol açtı.
Bugün doğaya karşı duyulan sorumluluk ve etik bilinç, sadece çevresel bir ihtiyaç değil, insan varlığının anlamını yeniden inşa etme çabasıdır. Umut, bu yolculuğun ışığıdır ve her yeni fidan, doğaya olan bağlılığın somut ifadesidir.
İnsan ve doğa arasındaki bu yeniden doğuş, yalnızca bilimsel ve politik dönüşümlerle değil; ruhsal, felsefi ve kültürel dönüşümlerle mümkündür. Geleceği kurmak, geçmişle bağ kurmak ve doğayla barışmaktır.
.jpg)

















YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.